<#comment>#comment> Üçüncü periyoda Galatasaray iyi başlamıştı. 1 dakika 58 saniye olmuştu. 12 sayı fark kapanmış, dört sayıya inmişti. Torpil de tam o anda Galatasaraylı tribünlerden sahaya indi veya indirildi. Zamanlama doğrusu mükemmeldi. Hani Fenerbahçe coachunun eline o torpili versen, maç sıkışınca at, oyunun da içine et desen, Murat Özgül de vallahi tam o anda atardı. Sonra oyun durdu, sonra yine saha boşaltıldı, sonra da yine başladı. Galatasaray kalan 18 dakika 2 saniyeyi kendi evinde ama seyircisi olmadan oynayacaktı. Üstelik de oyunda hem tempoyu, hem de rakibini yakaladığı anda kendi seyircisinin sahaya attığı bir torpil yüzünden. İlk 20 bittiğinde, iki taraf da soyunma odasına gittiğinde skor 33 - 45 Fenerbahçe’ydi. Erdal Bibo, Efes’ten kiralanan genç Erkan ve Yeni Zelandalı’nın, Galatasaray’ın yeni Amerikalısına sağladığı üstünlük bu 12 sayı farkın belki de üç faktörüydü. Galatasaraylı Kelley de sahadaki Kelley’sizlik ile Galatasaray’ın başaktörü...
Kunter de Kelley’de hala ısrar ediyordu. (Bir bildiği varmış demek ki) İlk iki periyot bittiğinde birşey daha belli olmuştu. Galatasaray bir daha bu kadar bir 20 dakika oynamaz, Fenerbahçe de bundan daha iyi bir 20 dakika
<#comment>#comment> ONUN gittiği o günün bir sonraki günüydü. Salondaki merdivene çöktüm. İstanbul’dan daha hoş ne olur ki, dediğim o İstanbul bile o gün, onsuz bomboştu. Hadi oğlum dedim, topla pılını pırtını Roma’ya dönüyorsun. Geldiğin yere. O susuyor, herkes içindekini kusuyordu. Hani denir ya oğlum uyma... Uymadım. Ama uyumadım da, uyuyamadım da. Günlerce, haftalarca, aylarca. Roma’ya da dönmedim. Şu üç - beş satır var ya her cuma bu köşeden, hani taaaa içinden. Ne olur, bunu da çok görmeyin bana. Ve ne olur sen de çok görme be Napolili.
Çarşamba yine onlardaydım, onlarlaydım da. (O evde olup, onlarla karşılaşamayabilirsiniz de) İkisi de Beşiktaşlı ya, aniden "Beşiktaş" dedim ben de. Kaya hemen "Şamp..." dedi. Hülya da "Şampiyon olacaklar, herhalde"... Peki "Lucescu" dedim, sonra durdum, sonra da devam ettim. İşte Çilingiroğlular ve dedikleri:
- Lucescu?
Kaya: Sevecen
Hülya: Serdar Bilgili’yi ipten aldı.
<#comment>#comment> Herşey vardı. Kare veya karemsi stat. Dik, dimdik tribünler. Dolu yine dopdolu. Üstelik sahaya yakın... Ve tabii, vay be seyirciye bakın. İşte Saraçoğlu’nun 55 bini veya 50’yle başlayan başka bir bini. Ve Beşiktaş’ın kafesteki bini. Altı puan önde yenmesi gerekmeyen bir Beşiktaş, altı puan geride yenmesi gereken bir Fenerbahçe. Ve çok soğuk hava, çok yağmur sulu karımsı. Tabii robocoplar, tabii polisler, tabii uçuşan coplar. Hastası, fanatiği, korku filmi gibiydi anlayacağınız Saraçoğlu yine. Bir tek sanki Alfred Hitchcock yoktu. Hoş o da vardı, Ali Aydın. Hani bir sen eksiktin denir ya... Düşünün I love you’cu Çulcu, o bile dördüncü hakem olarak vardı.
Basının en önündeyim. Benim önümde de Z’den A’ya protokol. A dediğim, önümün önü. Protokolün en önü. İki başkan, varsa başbakan yoksa bakan, makan ve onların şoförü, koruması, arkası. Hani var mı bana yan bakan... Ve hepsinin afrası, tafrası. Saraçoğlu’nun her köşesi birbiriyle barışıktı. Her zamanki gibi bir tek protokol yine karışıktı.
Cordoba’ya ilk su şişesi 5.11 dakikada geldi. İlk sararan 5.12’de Pancu sonra 6.36’da Johnson’du. Fener - Beşiktaş tempolu başlamıştı. Ama Ali Aydın şov da çok erken başlamıştı.
<#comment>#comment> Kuşadası’ndaki hakem seminerinin gazetelerdeki fotoğrafları kimine göre çok hoştu (olur ya), hakemlerin hepsi kanlı - canlı, tek tip pullu olmasa da allı eşofmanlı... Zaten adı bile sıkıcı seminer ve onun kasvetli odası... O tek tip görüntünün de ürpertici havası... Korkuttu sanki beni... Aynı anda gülen, aynı anda asılan yüzler ve sayıyla yüzler. Bir emir komuta zinciri gibi. Peki, hakemliğin ruhuna uygun mu Türk hakemliğinin Kuşadası’ndaki tipi? Nerede farklılık, nerede seslilik, nerede çok seslilik? Her biri, birbiri gibi hep beraber de MHK Başkanı gibi. Sorun da bu değil mi zaten? Ne deniyor, "Haluk Ulusoy ne derse o"...
Mesela federasyon başkanının, MHK Başkanı’nın odasındaki fotoğrafı. Belki her hakemin herhangi bir cebindeki, herhangi bir Bülent Yavuz fotoğrafı... Ve de Türk hakemliğinin Kuşadası’ndaki tek sesli, tek nefesli ürpertici maaile fotoğrafı. Hakemlerin tek sıra dizilişi, Ulusoy’un önce bekletip sonra gelişi. Ve o tuhaf seronomi... Belki ne Ulusoy, ne Yavuz hakemleri etkilemek istemezler, etkilemezler de... Ama hakemler bu görüntüden nasıl etkilenmezler?
Doğan, Hürriyet’teki köşesinde "Orhun, İspanya maçında sakatlanmasaydı, Hırvatistan,
<#comment>#comment> 15. dakikada herkesin gördüğünü Örs ve Yılmaz da gördü. Hücum edemiyorlardı. İbo’ya şut attıramıyorlardı. 1 numaradan da tehdit edemiyorlardı. Hiç olmazsa mücadele etmeliydiler, hatta kavga etmeliydiler. 16 dakika 30. saniyede 31-31 böyle oldu işte. Devre 35-42 Litvanya’nın idi. İbo üç sayıdaydı. Hido’suz, Memo’suz, bırakan Harun’suz ve İbo’suz... Rakip de Litvanya.
Üçüncü periyot başlarken hiç olmazsa Örs’ün ve Yılmaz’ın stratejisi belli olmuştu. Benchten girenlerin koşturduğu takım ve coşturduğu seyirci... Alper ile beraber, Kaya ile beraber, hep beraber kısaca benchdekilerle beraber... Hani Litvanya basketbolu denilse ilk ne denir? "Ekol onlar." Ekol oldukları için mi yenildik peki. Hayır, biz takım olamadığımız için... Veya bütün maç olamadığımız için... İsmimiz bile yanlış konmuş; 12 Dev Adam... Mesela niye "bir dev takım" değil...
Başa dönelim, ilk beş Kerem, Haluk, Mirsad, İbo, Hüseyin idi. Herkesin merak ettiği, Hido ve Memo’nun gelişinde ilk beşin ne hale geleceğiydi. Onu görmediler ama Kaya ve Alper’in hatta Serkan’ın, kısaca benchdekilerin gelişiyle 12 Dev Adam’ın bir dev takım haline geldiğini gördüler.
Hüseyin müthiş başladı. Önemliydi o
<#comment>#comment> Önce Hagi’nin 10’u. Ve o 10 nolu formanın 10 nolu şortu, 10 nolu şortun da 10 nolu donu. Ya da biliyorsunuz işte o formanın o hazin sonu. Oyun kurucu bir 10 no, Galatasaray’ın yarası. Üstelik devre arası. Formayı geri alsalar içine adam yok. Adam bulsalar para yok. Parayı bulsalar ne Hagi’si, ne gibisi, hatta Hagivarisi, veya Hagi’msisi bile yok. Brezilyalılar’ın bir diğeri, Nijeryalısı ve Meksikalısı. Onlar da go home olmuş. Tam derken ya bu bizim Başkan’ın da ayağı... Bir başka Başkan’dan bir ezeli dost kıyağı. Üstelik bir büyük bardak nescafe içimi mesafede. Avrupa’da değil, Asya’da... Olanlar oluyor ve Fenerbahçeli Haim Revivo, Galatasaraylı Hain Revivo oluyor. Revivo gibisini ararken, tararken, hani frikik, korner atan, Felipe gibi sollu, üstelik senede ortalama 10 gollü, lider özellikli ve en önemlisi (?) forması 10 nolu. Gibisini değil hakikisini buluyorlar. Hani denir ya, belki de denmez, bu işe akıl sır ermez, bu Fenerbahçe bu Galatasaray’a bu Revivo’yu, hele bu zamanda hayatta vermez.
Lorant’ı Wernel’leyen Ortega’nın alınması, Ariel’matik ile Revivo’nun temizlenmesi, Galatasaray’a verilişi, ya da Galatasaray’ın yeniden dirilişi. Her şey o kadar tuhafki, o
<#comment>#comment> Önce Hollanda. Ya da Hollandalılar. Sanki voleybol takımı onlar. Ya da hentbolcular... Ama bu haftalık basketbol oynuyorlar. Üstelik bir hentbolcu veya voleybolcu kadar bile oynayamıyorlar. Sonra 12 dev adam... Gerçi ne 12’ye, ne devlere gerek var. Ligden herhangi bir 7-8 adamla bile bu Hollanda ile filanda, falan... Anladınız işte. İlk beşimizin özelliği, beşinin de ayrı takımlardan, güzelliği de üçünün de ayrı basketbol ülkelerinden olması belki... Kerem, Haluk, Ülkerlisi, Efeslisi, gerisi de Sienalısı, Panathinaikoslusu, Maccabilisi.. Tamam, Detroitli ve Sacramentolu yoktu. Bence Yunanistan’dan İsrail’den ve İtalya’dan gelenlere de gerek yoktu. Örs de "Ha o beş, ha bu beş, ya da şu beş ne fark ederki sanki" dediğinde 50-23 idi skor... Dakikada 15 küsur.
İkinci periyot biterken Örs ilk beşi kenara almış, Hollanda 31’de kalmış, Türkiye de 53 yapmıştı. Sıkıcı bir maçtı. Sıktı da... Düşünün üçüncü periyot bittiğinde yine Ukraynalı kızlar vardı. DJ de geç kaldı, kızlar da hâlâ sahadaydı. Üstelik mola da bitmişti. Dansı kesmediler. İki takım da kenarıda bekliyordu. Kimse de ilgilenmiyordu. Dördüncü periyot hiç kimseyi ilgilendirmiyordu. Ukraynalılar, mehter takımı,
<#comment>#comment> Floransa’daki güzel sanatlar akademili dünlerdi. Fiorentina’daki de Giancarlo Antognonili günler. Beyin ameliyatından sonra Artemio Franchi Stadı’na döndüğü ilk dakikalarda ona gösterilen sevgiyi görünce, (Üç - beş sıra öndeydim) onu kimse bozamaz demiştim. Fiorentina’nın ilk 11’nden çıksa, Floransa’nın ilk on birinden çıkmaz. Tapıyorlardı ona...
Terim, Floransa’ya geldiğinde (imza için), ilk basın toplantısında bir Floransalı’ya yapmaması gereken tek şeyi yapmıştı (bence de bilhassa yapmıştı). Beyaz, bembeyaz; ütülü, üpütülü; milimetresi şaşmayan gömleğiyle yanında oturan o havalı Antognoni’nin sırtına elleriyle arka arkaya vurmuş, Floransalı hafif sarsılmış, karizması biraz çizilmiş, ama renk de vermemişti. Terim de eklemişti. "O işlere (?) o bakacak!" Ben de yanına sokulmuş "Şunun şu halini gördüm ya" demiştim, "Bunu on sene önce hayal bile edemezdim. O Romalıyı bile güneyli diye aşağılayan Floransa kafası, Türkiye’nin en güneylisine ilk gününde bırakın burnundakileri, vücudundaki bütün kılları aldırmıştı. Terim ayrılırken, "O nerede, ben oradayım" bile demişti Giancarlo Antognonili .
Otel Savoy Floransa
O yılın son günü, Hotel Savoy’daydık.