<#comment>#comment>
<#comment>#comment> HANİ bilirsiniz, ya da bilir misiniz İstanbul'da gece gezenlerin yarısı böyle yapar, hatta diğer yarısının yarısı da. Mesela bir restorana gidilir, "Hesabı sonra gönderirsiniz" denir (Tabi sizi tanıyorlarsa). Sonra da yenilir içilir. Sonra da o ödenmeyen hesap işte, kim istediyse ona, ödensin diye gönderilir. En acccaip te, işte o geceler de yenir. En acccaip te tabi işte o gecelerde içilir. Bu böyledir en kıytırık mahalle barında da ya da işte en gündemdeki Laila'nın Reina'nın herhangi bir restoranında da. Sonra iyi bir bahşiş (Maç başına prim)... Şu İstanbul'un ünlü restoranlarına bir sorsanız mesela "Bu güne kadar kim ne kadar taktı size?", vallahi kimler çıkar kimler. O ne kimlerin olduğu, ne listeler... Evet en keyifli yemekler o gecelerde yenir. Tamam belki sonra ödenir, ama işte o hele bi yiyelim var ya, yada hele bi içelim de... Yiyen de memnundur yediren de üstelik, içen de içiren de. Cepte para yokken herkes de bir bonkör olur ki...
Canaydın kazanmalı
Son seçimlere iki gün vardı. Galatasaray'la çok ilgili, çok da bilgili, üstelik Galatasaray'da
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> ŞÜKÜR daha Torino'ya gitmemişti. Yani bilinmiyorduk. Şaş da, Kore'deki golünü atmamıştı. Yani tanınmıyorduk da. Asmalı Konak da daha çevrilmemişti. Yani Kapadokyasız'dık da.
Kim demişti, hatırlayamıyorum. Bir İspanyol, veya bir Fransız veya bir İtalyan yöneticiydi galiba (fıkralardaki bir Türk, bir Alman, bir Fransız gibi hani). Tabii kulüplerini de hatırlamıyorum (gerek var mı?). Bir futbolcumuz için (vallahi de billahi de onun ismini de hatırlamıyorum) o en geyiklasik cümleyi söylemişdi. O Avrupa'nın her takımında oynardı (!). Türkiye'de de yer yerinden oynamıştı. Bekle Avrupa, Türkler geliyordu. Evet, belki Türkler geliyordu, ama o sıralarda Avrupa'da vallahi de billahi de 400 küsur Bulgar futbolcusu oynuyordu. Aşağılık kompleksinin ölçüsü yok tabii, belki de var. Mesela aşşşağılık kompleksi (3 Ş ile). Ya da aşşşşşağılık kompleksi (5 Ş ile). Ya da
Otel, stad, freeshop üçgeni
KOMİK, hatta trajikomik. Bu ülkede oralarla ilgili racon kesenler de tuhaf ama oralarda arada bir, bir - iki günlüğüne kalanlar. O bir - iki günde
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> UEFA şampiyonunu penaltılar belirleyecekti. Son penaltıyı Popescu atıyordu. Rumen libero topa koşarken tribünlerden bir tek ben atmaaaa diye bağırıyordum. Uyanmıştım. O kupa için sanki "biz" gibiydiler. Sanki, çünkü "biz" değildiler (İşte kupa sonrası).
Bir ay hiç konuşmasalardı yine dağılmazlardı da. Sonra Başkan'ından santrforuna herkes "ben" dedi. O "biz" "ben"lere ayrıldı. Önce Şükür ayrıldı. Sonra Emre, Okan. Arif gitti, döndü. Terim gönderildi. Süren seçilemedi. Taffarel yedek, Popescu sıradan oldu. Hagi'nin bile o büyülü havası sanki aniden yok oldu. Olanlar da Galatasaray'a oldu. Evet, bir ay konuşmasalardı belki dağılmazlardı. Ya da profesyonel "biri", hepsi için konuşsaydı. Sonra Terim sonrası. Takım içindeki "ben"ler. Lucescu'nun bana dokunmayanlar ne kadar yaşarlarsa yaşasınlarcılığı. Jardel'li, Hagi'li (Emre ve Okan da var) kadro ile kaçan Türkiye Ligi ve muhtemel bir Avrupa Ligi şampiyonluğu. Sanki Popescu o penaltıyı atmasa ne olurdu. Galatasaray ikinci olurdu. Hatta yarı finalde elenseydiler daha da iyi olurdu. Dağılmazlardı. Tamam, o kupa gelmezdi de belki. Ama neler gelebilirdi neler. Tabii, onlar
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Milli Takım Dünya üçüncüsü olmuştu. Olağanüstü bir sonuçla karşılaşmıştık. Olağanüstü de karşılamalıydık. Efes Pilsen, ben para veririm dedi. Dedi ama sorun yanlız para değildiki. İşin içinde valilik, belediye, TRT de vardı. Üstelik Şükür otobüsün en önünde, Ulusoy, Taksim'in damında, küs olduğu bakanı hemen yanında, Tarkan da hemen onun yanındaydı (her an herşey olabilirdi). Yine de Tuncay Özilhan parayı bastırdı. Bu şov kaçmazdı.
Sonra uçak indirildi. Döner ekmekler uçağa kadar getirildi. Herkes otobüse bindirildi (hatta uzun süre bindirilemedi). Milli Takım canlı yayındaydı. Tabii otobüs de. Tabii o otobüsün sahibi de. Yani Efes Pilsen de. Paralar geriye dönmeye başlamıştı bile. Sonrasını biliyorsunuz zaten. Galatasaray'ın bir seneliğine basketbol takımına verdiği parayı (belki de fazlası), Yeşilköy - Taksim arasına saçmışlardı. Ama işte İstanbul'un trafiği. İşte TRT'nin yayını. Özilhan ve ekibi zaten mutluydu, daha da mutlu olacaklardı. Neredeyse zil takıp, oynayacaklardı. Amaaaan trafik, canıııım trafik.... Onu ilk gördüğümde sormuştum. Milli Takıma çok para verdin, gidişine de, dönüşüne de. Peki ne zaman geri
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> HANİ bilmecelerde hep o sandal ve o adam vardır. Yanında da kuzular, kurtlar, ve bir göl, ya da bir nehir, ya da bir bilmemne, bilmece ya... İşte yine iki kurt (?) var. Bir de kuzu, bir de tabii o adam ve de o sandal tabii.
Soru da şu. O adam o sandalla üçünden ikisini yanına alarak karşı kıyıya nasıl ulaşabilir ? Hepsini de nasıl sağsalim ulaştırabilir ? 1) Önce kurdun (?) birini (Hangisi olduğu farketmez.) ve kuzuyu alsa, karşı kıyıya bıraksa, dönüp diğerini alsa, ya bıraktığı kurt o kuzuyu kaparsa ? 2) Önce kuzuyu götürse, başbaşa kalan kurtlar (?) ya daha da kurtlaşırlarsa (?) 3) Kurdun ikisini de sandala alsa, peki ya kalan kuzu kaçarsa ? Sonra işte biri bağırır. Önce bir kurtla (Hangisi olduğu farketmez.) kuzuyu götürürsün, kurdu bırakıp, kuzuyu geri getirip, diğer kurdu alıp ..... O onları götürür de, getirir de diye bağlayabilirim. Okan'a götürüp Okan'sız getirir de diyebilirim. Ya da belki en iyisi kurdun iyisi, Şam'daki değil Ankara'dekisi. Onlar giderken, o dönüyordu da...
Kurdun kuzusu bunlar
OKAN'ı kesinlikle
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> İkinci periyot bittiğinde Ülker'in 38 sayısı vardı. (Efes'in de 40). Melvin on beş, Josef dokuz atmıştı. Veya ikisi yirmi dört, geri kalan onu da on dört. Mesela yine Melvin 13. sayısını attığında daha yedinci dakika olmamıştı bile (19 - 10 Ülker). Melvin'i Kerem tutuyor, yani tutamıyor. Ülker iki Amerikalısıyla hiç zorlanmıyordu bile. Üstelik Efes Kaya'lanmıştı, Kaya ile uzamıştı. İşte o da vardı. Üstelik Efes'in cezalı biten o Kaya'ya, Ülker'in cezası biten zaza'ya olduğundan daha fazla ihtiyacı vardı. Kısaca Efesliler için iyi ki Kaya vardı. Sonra Kerem çıkıyor, Ender giriyor, giren Ender kendi oynamasa da hiç olmazsa arkadaşlarını oynatıyor, ekstra hiçbir şey yapmıyor, ama bu bile farkın kapanmasına yetiyordu. İşte 2. periyotun bitimine 5.16 vardı. İşte sahada arkadaşlarını oynatan o Ender vardı. Melvin'i oynatmayan o Alper vardı. Ve işte fark kapanmıştı, işte bir sayı vardı (31 - 30 Ülker). 3. periyot başlayalı 31 saniye olmuştu. Letonyalı'nın da dördüncü faulu olmuştu. Kaya'yı kazanmışlardı da, Kambala'yı mı kaybediyorlardı. Kambala çıkıyor, Efes'in üç yabancısı kontenjana takılmıyor, Ülker geriye düşüyor, Harun'a sarılıyor, Harun'lanıyor.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Ülkerli, Efesli finallerde maçların içinde zaten herşey vardı. Eksik olan belki maçın öncesi ve sonrasıydı.
İşte Ahmet Cömert'teki kavga, tribünden karışmak isteyen Marcus'un arkadaşı, (gerçi hepsi birbirinin arkadaşı), 5 - 6 kişinin atılması gerekirken atılan Zaza ve Kaya... Sonra Kaya'sız Efes'in iki kere yenilişi... Efes'in bastırışı (bence) apar topar affedilişleri (son maç öncesi karar belli olmalıydı), sonra Mehmet Keseratar'ın tayini, Ülker'in Keseratar'a itirazı, maç öncesini tatlandırdı, hatta fazla bile tatlandırdı. Zaza ve Kaya ile final daha da tatlanacak.
Bence yine Melvin'in, Marcus'un eli ve yine Josef'in bazen su koyuveren beli, Efes'in Kaya ile uzaması, Granger'ın Clark engeline (yabancı kontentajını) takılmaması, Ülker'in zaman zaman çok çabuk kısalması ve iki maçtır Harun'suz Ülker'in belki bu sefer Harun'lanması...
Müthiş bir maç olacak. Maçın sonrasındaki spekülasyonlar da o maçın tuzu biberi olacak.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Efes kısa kesmek istiyordu. Asım'sızdı, Kerem'sizdi. İşte şimdi de Kaya'sızdı. İşte uzunsuzdu da... Hani Roma'ya mı gelmiş gibiydiler? Oralara gidip de Papa'yı görmek isteyip de görememek midir nedir, ya da ne değildir? İşte öyleydi Efesliler... Roma değilse bile evlerindeydiler. Papa yoksa da kupa vardı. Üstelik çok yakınlarındaydı. Görmüşlerdi de... O kupayı alıp kaçmalıydılar. Ülker üç olursa, Efes için güç olacaktı. Ülker de uzatmak istiyordu. Ve son maçta kısalmışlardı, kısalarak da uzatmışlardı. ÜL - EF ligin adıydı ya... Efes - Ülker de bu ligin tadı ya... Efesliler hariç, herkesin içinden geçeni ben söyleyeyim; Keşke uzasa yaaa... Hani beşe beşler, başa başlar (Tabii baş başalar da) diyorum ya... Yine öyleydiler. Marcus ve Melvin'in eli, maçın sonucunu etkileyecekti. Ama bence Joseph'in beli maçın sonucuna etkileyecekti.
Mesela ilk periyotun bitimine 2.54 vardı. Ülker'in 20 sayısı vardı (Melvin'in de 11). Efes de 20'nin yarısındaydı. İşte Melvin'in eli çalışıyordu, ama 1 dakika 2 saniye sonra 1.52 vardı, 20 - 20 olmuştu bile... Hani işte futbol bu deniyor ya... Ben de basketbolda bu işte diyorum ya... İşte 62