Her neresi buluşma noktanız ise geldiğiniz ve karşılaştığınız anda, o ana kadar mutlaka koruduğunuz huzur ve mutluluk haliyle sıcak bir tebessüm ile “merhaba” demelisiniz.
İlk iletişim enerjiniz kişiler arasında o anda oluşan bağın şeklini oluşturur. Biraz mesafeli bir “merhaba” kişiler arasında bir dikiş ipi kadar ince iple bağ kuracaktır. Sıcak bir yaklaşım ise çokça şeyin konuşmadan dahi akabileceği, zamanla yarışacak kadar hızlı bir tanıma alışverişinin sağlanabileceği koskoca beyaz bir kanal oluşturacaktır. Bunu bir hayal edin, ince bir dikiş ipinden cümleleri nasıl geçirirdiniz? Harf harf akacak tanıma, oldukça zaman alacak ve uzaklaşarak zayıflayacak. Samimiyetin kurduğu metro tüneli büyüklüğündeki bağ içinden ise cümleler kadar kişinin tüm benliği de bütünüyle tanınacak kadar akıp gidecektir.
Bir de iletişimlerinizi düşünün. Gündelik hayatımızda kendimizi bir anda açtığımız yeni tanışmalar yaşarız ve “ya nasıl böyle çabuk kaynaştık” deriz. İşte bunun ilk anına baktığınızda mutlaka karşınızdaki kişiden bir “sıcaklık” almışsınızdır. O halde sihir “sıcaklıkta” olduğuna göre, samimi ve sıcak bir diyalog içinde olmak en iyisidir.
Burada şunu demeden geçemeyeceğim. İnsanoğlu her
Bu hafta Flört Masasını masaya koyma kararı verdik. Bu yazımızda flört buluşmasına giderken nasıl giyinmemiz gerektiğini anlatacağız. Devamında, gelecek yayınlarda ilk iletişimlerdeki flört tüyolarını, ardından eril ve dişil enerjiyi lehimize kullanmayı anlatıp bu ilişkiyi olması gerektiği gibi başlatacağız.
İletişim bağımız kurulmuş ya da ilk kez buluşacağımız kişi ile bu akşam yemek yiyeceğiz. Nasıl hazırlanmalıyız? O evden hangi ruhumuzla çıkmalıyız? Ve o masada neler olmalı?
Her zaman önce kendi benliğimize bakmamız gerektiğini savunduğum gibi hazırlanmadan evvel bunu kendimize bir kez daha hatırlatalım. Neden mi?
Örneğin ne giyeceğimizi elbetteki şaşırır ve herkesin bildiğini herkesten saklamayalım, en az 10 çeşit kıyafeti dener, en güzelinin içinde olmak için deliririz. Bu kafa karışıklığının sonucunda ise belki en başta denediğimizi giyer ama yolda giderken dudaklarımızı kemiririz: “Kırmızı elbiseyi mi giyseydim acaba, neyse o da çok öyle kendimi belli eder gibiydi”. Bu düşünce, belki de birazdan oturacağımız masada da bizi sahip olmadığımız kalkanlar yaratmaya kadar sürükleyebilir.
O zaman önce kendimize bunu yapmaktan vazgeçecek sihirli dokunuşları yapalım. Kendimize bir
Kontrolünde zorlandığımız duygu durum ve sendromların beyindeki aktivasyonlarla bağlantısını kurmayı ve oradan yola çıkarak şifaya ulaşmayı tercih ettiğim anlaşılmıştır. İşte bu yüzden, bu çizgiden çıkmayarak, aşkın acı halinin beyindeki tetikleyici aktivasyonlarla bağlantısı irdelemesini yapacak ve çözümü masaya koyup kalkacağım.
Beynimizin Limbik sistem içindeki mükafat (ödül) ve kayıp-kazanç devrelerinden bahsetmiş, ancak aşkın kayıp-kazanç sisteminden gönlümüze çöken aşk acısına girmemiştik. E öyle kısaca bahsedilecek gibi değil, aşk acısı bu, yandığında demlenerek uzun soluklu kalıyor, sohbeti de uzun olmalı.
Aşk ile kayıp-kazanç sistemi bağlantısını incelerken hayranlıkla feyz aldığım Amerikan Bilim Kadını Helen Fisher’in araştırma çalışmalarını mutlak doğru sayarım. Evli çiftleri, aşk acısı çeken insanları, çokça sayıda olmak üzere, nörolojik teste aldıklarında, beynin aşka dair bağlılığı ve acı çeken halleri, uyuşturucu ve uyarıcı maddelerde beynin verdiği reaksiyonları gösterdiği tespit edilmiştir.
Bu verilerden yola çıktığımızda ise, aşka dair her türlü olağan ve olağan dışı dürtülerimizin, bağımlılık dürtüleriyle aynı imajinasyon halinde beden bulduğunu söyleyebiliriz. Ve
Teknoloji ve dejenerasyon hızlanınca hastalık yayıldı, 7’den 70’e hastalığı herkes kaptı. Kimse kimseye tahammül edemez ve kimse sorununu kendi başına çözemez oldu. En önemlisi günümüzde her şey ezbere yaşanmaya başlandı.
Geçenlerde bir danışanım “çocuk sahibi olmak istiyorum, nasıl dileyeceğimi bilmiyorum” dedi. Düşünün ki ben odaklanma yapıp bebeği görüp ağladım. Hayal kurmayı ve istemeyi bile unuttuğumuzdan, hayalin duygu selini bile başkalarına yaşatmak uğruna hizmet ister olduk. İnsanlar danışmanlara gidiyor, spritüel konularda kitaplar, yayınlar, terapistler, dolanıp duruyor.
Bu kötü bir şey değil. Destek almak muhteşem bir fayda, o ayrı. Ben ezberlenmiş bozulmalardan bahsediyorum. Bir insanımız danışmana gidiyor ve “bu aşk acısından beni kurtarın” diyip yatıyor boylu boyunca. İşte “geçmiş nedenler şunlar, bir temizlik yaptık, şu olumlamaları 21 gün söyle” deniliyor. İnsanımız evine gidiyor ve birinin onun zihninde yaptıklarından rahatladığını düşünüp 21 gün kendisine verilmiş cümleleri söylüyor. 22. Gün “oh geçti” diyor, takriben 30. günde ise diline dökmediği bir içsel patlayış ve melankoli yaşıyor.
Kusura bakmayın burada terapistlerin hiç suçu yok. Ezbere yaşamaya bu kadar
Herhangi bir bireyle yapılan iletişimde beklentilerimiz aslında bizim iletişim biçimimizi gösterir. Bütünündeki ana parçalar ise bir tavır oluşturur. İş hayatında sizli bizli iletişim kurulmasını severiz örneğin. Genel kalıplarımız bir yana en yakın çemberimiz için sınırlarımıza bakmak gerekirse örneğin dostlarımızla, yakın aile fertlerimiz yahut ebeveynlerimizle karşılıklı yoğun ya da ortalama bir ilişki ve iletişim içindeyizdir. Buna gönül bağı kurduğumuz kişileri de yakınlık olarak ekleyeceğim ama iletişimsel olarak ayrı kılacağım. Çünkü işte tam bu noktada zaten yaşam döngümüzde bunu ayrıştırarak yaşıyoruz. Peki ayrıştırırken neleri atlıyoruz?
Flört evresinde hep karşı taraf adımlı beklentiler duyuyoruz. O bizi arasın, önce o mesaj atsın ya da önce o davet etsin. Ağır olmak güzeldir evet ama taş olmak ağır olmanın kastettiği gerçeklik hali değildir. Ağır olayım derken çoğunuzun taş olduğunu biliyorum. Ve bilin ki böyle durumlarda da karşınızdaki kişi için şu söz geliyor dilime: "Taş olsa çatlar!".
Arkadaşlarımızı ya da ailemizi hep bizim aradığımız bir ay hayal edin, bu ayın sonunda ne derdiniz? “Sinir olur, ben de aramazdım” dediğinizi duyar gibiyim!
O halde neden flört
Yazımızda beynimizin Amigdala noktasının şahaneliğinin yanında yarattığı kaoslardan ve bununla nasıl baş edebileceğimize dair tüyolardan bahsedeceğimi söylemek isterim.
Günlük rutin hayatınızda yaşadığını tüm olay, duygu ve düşünceleri yaratan bir saliselik etkiler (koku dışında) beynin Talamus noktası denilen kapısından içeri giriş yapmaktadır. Bu etkiler bir insanın bir söz söylemesi, üzmesi, kayıplar, sevinçler, iş hayatı gibi tüm olay ve alanlar olduğu gibi otobüsü kaçırmak, bir yere yetişememek gibi anlık durumlar da olabilir.
İşte tüm bu etkiler Talamus noktasından beynin algısına doğru giriş yapar. Normal seyrinde Talamus’tan giren olay ya da bilgi Kortekse yani düşünen beynimize gider ve orada sentez ve analizi yaptıktan sonra nasıl bir reaksiyon göstereceğimize karar veririz.
Normal seyrinde Korteks, analiz edip nasıl hissedilmesi ve düşünülmesi gerektiğine dair somut bir sonuç verince, beynin diğer işlevsel bölümlerine gönderimi yapar. Örneğin görsel bilgiyi işlemek üzere bilgi arka boş loba gider, konuşmak ya da müzik farkındalığı için Şakak Lob devreye girer vs. Ama en önemlisi tepki duygusal ise gittiği yer Amigdala’dır.
Amigdala bizim duygusal davranışlarımızın aktive
Her zaman söylerim, yeryüzünün en olumsuz ve fakir zihne sahip insanıydım. Hatta kim bilir belki de kendimi bu dünyaya zor yaşasın diye öyle fırlatılmış gibi hissediyordum kendimi. Yok yok, gerçekten para gelse hemen gidiyor, gelsin dediğim gelmiyordu. Paranın benim için hem kıymeti çoktu hem yoktu. Kıymet vermiyordum evet ama o olmayınca da lanetlenmiş gibi hissediyordum. E gelince de öyle bir hızda gidiyordu ki gidişi de kıymetsiz!
Tamam geçmişim çok olumsuz içinizi karartmayalım, daha güzel geleceklere ışık tutmak için halimizi dökelim dedik. Henüz bu yazıyı Boğaz’a nazır yalımda kahvemi içerken yazmıyor olsam da lanetimden kurtulduğumu kesinkes söyleyebilirim??
Geçmiş ve mevcut iki ayrı para algılı kafayı yaşamış biri olarak iki ayrı kafa yapısını size karşılaştırabileceğim.
Eskiden para gelmesi en büyük olasılık ile yüzde doksan beş seviyede olasılığa sahip olmalıydı dilimin ucuna getirebilmek için. Bu algı değişince bir çalışma sorusu hazırladım ve etrafımdakilere sordum. Siz de kendiniz okurken cevaplayın bakalım. Sorumuzu revize ederek şöyle söyleyelim “2018 sonuna kadar Boğaz’a nazır bir yalı sahibi olabilir misin?” Şimdi bu soruya çevremdeki olumsuzdan
Çokça kişiyi analiz edince istatiksel korkunç tablo fazla tereddüt etmeden masaya koyulabiliyor. Gelişen dünya, sanal tutsaklığımız, küresel yalnızlık korkusu ve birçok altta yatan sebep üzerine toplumumuzun neredeyse yüzde yetmişi kendine gerçek anlamda zaman ayırmıyor.
Şimdi “Yoo, ben kendime zaman ayırıyorum, kitap okuyorum, dinleniyorum, müzik dinliyorum…” dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya en son gerçekten “kendini ne zaman dinledin?”Hakikaten “En son ne zaman gerçekten sen kimsin ve ne istiyorsun, buna dair içinden gelen gerçek duygu, istek ve sesleri duydun, dinledin ve hesaba kattın?”
Üzgünüm! Aksi cevaplarınızı çürütmek üzeredir bu yazım. O kendimize zaman ayırdığımızı sandığımız anlarda bile aslında aklımızda hayatın herhangi bir noktasına dair düşüncelerle boğuşuyoruz. Çoğunlukla ise bir an için bireysel yalnızlıktan sıkılıyor veya sıkıldığımızı dahi hissetmiyor ama her iki durumun neticesinde de ya sosyal medyada sörf peşinde koşuyoruz, dizi izliyor, bir arkadaşımızı arıyoruz… Bu süreç yanımızda birileri olsun ya da olmasın uyku anına kadar zamanı adeta son zerresine kadar doldurmaya çalışmakla geçiyor.
Sanki bize boş bir an geçirirsek ceza keseceklermişçesine asılıyoruz