Korona hayata dair bir dolu şeyle birlikte virüsler konusundaki farkındalığımızı da artırdı. Ama aynı çalışma odamızda ya da salonumuzda hayretle farkına vardığımız eşyalarımız gibi, virüsler de hep vardı ve olmaya devam edecek. Bu öncesiz ve sonrasız varlık durumu yetmiyormuş gibi insanların kanser olmasına yol açmayı da sürdürecek. Bağışıklık sistemimiz zayıf kaldığında ya da gereğinden fazla reaksiyon verdiğinde süregelen DNA hasarı, sonunda bir kanser oluşumuna neden olabilecek. Ya da sigara gibi sürekli DNA hasarı yapan bir etken eşliğinde, obezite vb. kronik inflamasyona sebep durumlarda virüslerin kansere yol açma riskleri artacak.
Hastalık yapma mekanizmaları
- Virüsler genomlarını konakçı hücrenin DNA’sına sokarak doğrudan hasara (mutasyonlarına) neden olabilir.
- Bazı virüsler, aslında önceki konakçı hücrelerden aldıkları genlerin değiştirilmiş versiyonlarını taşır. Bu değiştirilmiş genler artık düzgün çalışmaz ve yeni bir konakçı hücreye yerleştirildiklerinde düzensizliğe neden olur ve kanserli büyümeye yol açabilir.
Mu
Biyoteknolojik yöntemlerle, kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak, belirli özellikleri değiştirilen bitki, hayvan veya mikro organizmalara ‘transgenik’ ya da genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) denilmektedir. Halk arasında kısaca, genetiğiyle oynanmış ürünler olarak geçer. Aslında bugüne kadar uygulanan; geleneksel adıyla aşılama veya melezleme dediğimiz işlem de bir tür gen transferi işlemidir. Farkı ise, geleneksel yöntemlerde çok sayıda gen paketi transfer edilirken, biyoteknoloji yönteminin, seçilen tek genin transferine izin vermesidir.
Biyoteknoloji yöntemi henüz yeni olduğu için, oluşan ürünlerin analizinin yapıldıktan sonra tüketime sunulması gerekiyor. Ticari olarak kullanılan 4 GDO; mısır, soya, kanola ve pamuktur. Bu besinler ABD, Avusturya ve Japonya gibi ülkelerde herhangi bir kısıtlama olmadan tüketilirken, Avrupa’da ürün etiketinde belirtilmesi kaydıyla satışa sunulmaktadır. Avrupa’da GDO’nun kısıtlı kullanımının sebebi, halkın bu konudaki inancı ve algısıdır; tıpkı ülkemizde olduğu gibi...
Ü
Kimyasal ilaçların tavsiye edilenden yüksek dozlarda kullanılması, gereğinden fazla sayıda yapılması, son ilaçlamayla hasat arasındaki süreye uyulmaması ve ilaçlama sırasında meydana gelen sürüklenme, tarımsal ürünlerde kimyasal kalıntılar oluşturur. Gereksiz ilaçlamalar, mücadele masraflarını ve dolayısıyla ürün maliyetini artırır. Kuşlar ve yaban hayvanları, ilaçlı yemleri yiyerek ya da çevreye uygulanmış kimyasal ilaçlarla doğrudan temas ederek olumsuz şekilde etkilenebilir.
Pestisitler (tarım ilaçları), ürünlerin üzerine yapışabildiği gibi damarlar yoluyla nüfuz edip, içine de yayılabilir. Bu durum, zararlı içeriklerden yıkayarak veya kabuklarını soyarak kurtulmamıza engel olur.
Pestisitlerin zararlı hale gelmesi için belli bir limitin üzerinde olması gerekir; bununla birlikte, yediğimiz her kimyasallı ürün, hastalığa sebep olmaz. Bu sınır ‘kalıntı limiti’ olarak adlandırılır ve ürünlerde yasal olarak bulunmasına izin verilen pestisit kalıntı limiti tanımlanmıştır. Bu limitlere uyum kadar önemli
Sebze ve meyvelerden gün geçtikçe tedirgin olmamıza sebep olan, hatta biraz da uzak durup tüketmemize engel en önemli nedenlerin başında geliyor. Üstelik son dönem gelişen takviye ilacı merakımızın altında da onların varlığı yatıyor. Evet, tarım ilaçlarından bahsediyorum; yarattığı korku ve endişeyle gündemimize girmeyi hak ediyor.
Kimyasal ilaç yani pestisit nedir?
Tarımda zararlı böcekleri, hastalıkları ya da farklı organizmaları engellemek ve etki alanlarını kısıtlamak için kullanılan kimyasal ilaçların tümüne pestisit denir. Doğrudan toprak yüzeyine, içine, bitki veya tohumluk üzerine uygulanmaktadır. Bu durum atmosfere, suya veya toprağa bulaşarak daha geniş alanlara yayılmalarını da sağlayabilir. Tarımda kullanılan kimyasal ilaçlar, süreci kolaylaştırması ve kısa zamanda etkili sonuç alması nedeniyle yaygınlaştı. Sıklıkla zehirli maddeler ihtiva ederler.
Bu maddeler, bilinçsizce kullanıldığında hem insan sağlığına hem de uygulandığı çevreye son derece zararlıdır. Kimyasal ilaçların zehirleme süreçleri; formül
Organik tarım, tükettiğimiz gıdaların insan sağlığına ve çevreye zarar vermeyecek biçimde, hiçbir kimyasal katkı kullanmadan, ilk adımından rafa kadar her aşaması kontrol altında ve ilgili sertifika normlarında üretilmesi sürecidir. Doğal dengeyi koruyan; toprak, hava, su gibi yaşamsal kaynakların sürdürülebilirliğini ve muhafaza edilmesini amaçlayan, değerli, yoğun Organik tarım, tükettiğimiz gıdaların insan sağlığına ve çevreye zarar vermeyecek biçimde, hiçbir kimyasal katkı kullanmadan, ilk adımından rafa kadar her aşaması kontrol altında ve ilgili sertifika normlarında üretilmesi sürecidir. Doğal dengeyi koruyan; toprak, hava, su gibi yaşamsal kaynakların sürdürülebilirliğini ve muhafaza edilmesini amaçlayan, değerli, yoğun emek gerektiren bir yöntemdir.Organik tarımda tohumdan ve ekimden itibaren; yetiştirmede, toplanmada, hasatta, kesimde, işlemede, tasnifte, ambalajlamada, etiketlemede, muhafaza, depolama, taşıma ve ürünün tüketiciyle buluşması dahil sürecin hiçbir adımında doğal yöntemlerin dışında bir
En ucuz ve geleneksel protein kaynağımız tavuk, son yıllarda hakkında yaratılan şüpheli sansasyonlarla uzak durduğumuz, kaygılandığımız bir besin haline geldi. Gezen tavuk mu, organik mi, geziyorsa nerede geziyor, organikse ne kadar organik? Oysa tavuk başlıca protein kaynaklarımızdan, diğer hayvansal etlerden daha az yağlı, daha az doymuş yağ asidi içeriyor, düşük kalorili, B vitamini yönünden gayet zengin ve bence de oldukça masum.
Hormon kullanımı
Halk arasında hormon kullanımına ilişkin olarak yanlış bir bilgilendirme bulunmaktadır. Öncelikli olarak bilinmesi gereken, bunun pahalı bir uygulama olduğu ve her bir hayvan için ayrı ayrı uygulanması gerektiğidir. Kanatlı hayvan gibi yüksek sayılarda yetiştirilen hayvanlardan bahsediyorsak ve yetiştirme süresinin (42 gün) kısıtlı bir süre olduğu düşünülürse, etlik piliç yetiştiriciliğinde hormon uygulamanın gereksiz ve pahalı bir yöntem olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kısa sürede nasıl yetişiyor?
Etçi ırklarda melezleme yöntemiyle kısa sürede istenilen canlı ağırlığına ulaşabilen çeşitler
Bilim tarihi, bir icadı ya da yeniliği ilk ortaya koyanla; ciddi sorular soran, derinlemesine araştıran, üzerine ekleyerek geliştiren ve faydalı olmasına çaba gösteren ikinci isim veya isimleri hep adil onurlandırmıştır. Bu yüzden bir yenilikle karşılaştığımda, hemen kabullenmek ya da reddetmek yerine, en az ona harcanan emek kadar bir çabayla, tüm olasılıkları gözden geçirmek isterim. O ana kadar olan deneyim ve bilgimle değerlendirmeyi tercih etmem. Telefonun icadında “Tanrı aşkına bunu kim, neden kullanmak istesin ki?” diyen ABD başkanı veya “Bu rekabetten atlar galip çıkar; otomobil geçici bir heves olabilir” biçiminde salvolar yapan Alman imparatoru durumuna düşmek istemem. Çünkü bilim tarihi, kim olursanız olun, bunları yazmakta da adil davranır. “Louis Pasteur’ün hastalık yapan organizmalar (mikrop) teorisi saçma bir kurgudur” diyen profesör Pachet’e davrandığı gibi...
Bugünlerde C vitamini, kanser ve Covid-19 ilişkisi, agresif kabuller veya retlerle tartışılıyor. Gelin, meseleye kişisellik tuzağına düşmeden,
Hastalarımızın, biz onkologlara en çok sorduğu sorulardan biridir: “Şeker, kanseri besliyor mu?” Çoğumuzun, günümüze kadar bu soruya cevabı ise genellikle, “Hayır, beslemez” biçimindeydi. Tümör biyolojisi ve hücre metabolizması hakkındaki temel bilgilerimiz artıkça şeker ve kanser arasındaki ilişkiyi daha çok kurar olduk.
Kanser hücrelerinin enerji metabolizması normal hücrelerden farklıdır. Normal hücreler, oksijen varlığında glikozu glikolizis yoluyla parçalayıp piruvata çevirir ve daha sonra da oluşan piruvatı mitokondride tamamen okside edip CO2’ye dönüştürür.
Oksijen olmadığında ise oluşan glikolitik piruvatı mitokondriye yönlendirmezler, laktata çevirirler.
Ancak bu şekilde ortaya çıkan enerji mitokondride CO2’ye çevrilmesi durumunda oluşan enerjiye göre çok azdır. Tümör hücreleri ise, oksijen varlığında bile oluşan çok az enerjiye rağmen glikozu laktata çevirirler (Warburg Etkisi).
Görünürde mantığa aykırı gelse de bu durum, tümör