Maalesef çevremizde tiryaki eş, dost ve tanıdıklarımızın sohbetini en sevmediği konuya geldik. Kanser ve özellikle de akciğer kanseri deyince ilk akla gelen sigaranın, çok eski ve ilginç bir tarihçesi var. Kanser gibi, geçmişi Mısır mumyalarına kadar uzanmasa da, dünyaya 1400’lü yıllarda, Avrupalılar’ın Amerika kıtasını keşfetmesiyle yayıldığını biliyoruz.
Amerika kıtasının yerlileri tütünü tedavi amaçlı ve dini ritüeller için üretiyorlardı. Bu durumla ironik biçimde bağlantılı olarak, Avrupa’da ilk kez tütün içerken yakalanan Rodrigo Jerez’in, ağzından burnundan duman çıkarması, şeytan tarafından ele geçirilmesi olarak yorumlanmış ve hapis cezasına çaptırılmıştı. 16’ncı yüzyılda tütün içme alışkanlığı tüm Avrupa’ya yayıldı. Bir yüzyıl sonra da Amerika’da ticari tütün ekimi başlayacaktı.
Tütün-kanser ilişkisine ait ilk araştırma, 1761’de İngiliz doktor John Hill tarafından yayınlandı. Sigara ve kanser arasındaki ilk istatiksel ilişki ise, Nazi
Anormal hücrelerin beyin bölgesinde toplanarak oluşturduğu kitle veya kitlelere beyin tümörü diyoruz. Radyolojik olarak gördüğümüz her kitleyi, kötü huylu olarak tanımlayamayız. Bazen beynin iyi huylu tümörleri ya da başka bir kanserin metastazı tümörler, beyin tümörü olarak adlandıracağımız türden daha sık görülebilir.
Radyolojik olarak bir kitle gördüğümüzde, kodlamadan önce, çok sorun oluşturmayacak bir kitle ya da tam aksine; başka bir organdan sıçrayan metastaz olma olasılığını analiz etmek, vücudun diğer bölgelerini de detaylı araştırmak gerekebilir.
Beynimiz büyük parçalı bir puzzle gibi birbirine kenetlenmiş kemiklerle çevrilidir ve esnemesi mümkün değildir, o yüzden bu bölgedeki her kitle iyi huylu olsa bile bası etkisi yaparak bulgu verir. Beynin primer dediğimiz kendi tümörleri, sinir hücreleri, destek hücreleri veya beyni çevreleyen zarlardan kaynaklanabilir. Sıklıkla görülen türler; ‘glial hücre’ denilen destek
Konusu açıldığında elimiz istemsiz biçimde sadece boynumuza gitse de; ağız boşluğu, ağız tabanı, dil, boğazın en üst kısmı, yüz kemikleri içerisinde, burun çevresinde yer alan hava boşlukları, burnun gerisini boğaza bağlayan alan, boğazın alt kesimi ve altındaki kısım, kulak kepçesi ve dış kulak yoluyla tükürük bezlerine yerleşen tümörlerin tümüne baş-boyun kanserleri diyoruz.
Diğer türlerde olduğu gibi erken evrede yakalandığında tamamen tedavi edilebilen bu kanserlerin en önemli nedeni, sigara, alkol kullanımı ve Human Papilloma Virüsü’dür (HPV). Ağız içi hijyenine dikkat edilmemesi, uygun olmayan protez gibi diş etlerini uzun süre tahriş eden etkenler, ağız içinde hastalığa yol açabilen diğer önemli faktörlerdir. Erkeklerde günde üç, kadınlarda ise iki bardaktan fazla alkol tüketimi, sigaranın alkolle birlikte kullanılması gibi etmenler, riski ciddi oranda artırmaktadır. Ağız ve boğaz kanserlerinin yüzde 30-40 gibi büyük oranlarda HPV ile bağlantılı olabileceği düşünülmektedir. Bu
Geçtiğimiz sabah bugüne kadar yazdıklarıma bir göz atmak istedim. Yazı yazmak, daha doğrusu bir gazetede, okuyucunun ilgisini ve beğenisini diri tutarak yazmak benim için son derece zor ve alanımın dışında bir deneyim olduğu için, kendimi çok beğenmeyerek de olsa kontrol ettim.
Bir okur gözüyle bakınca kanserle ilgili ne yazarsam yazayım meselenin bir yerde ‘alışkanlıklara’ dokunuyor olması, beni bile şaşırttı. Durmadan tekrar etmişim; şu alışkanlıklar değişmeli, bunlar evrilmeli, şu azaltılmalı vs.
Mesela yağları yazıyorum, dışarıda yemek yeme alışkanlığına dokunmuşum. Tavukları yazarken, hindi tüketmeme... Organik anlatılacak; bizde olmayan, lisans kaşesi, kalite belgesi vb. bakmama alışkanlığımıza değinmişim. Süt anlatırken tüketmemekle ilgili, şeker anlatırken fazla tüketmekle ilgili alışkanlıklara. Kanser hastaları için Ramazan’ı yazarken “İbadetin onlarca yolu var, alıştığımız bugünlerde bize zarar verebilir” demişim. Mangal ritüelinden girmiş, “Aman solaryum alışkanlığına son” demişim. Şu güneşlenirken uyuma meselesine girmemişim bile... C
Bir önceki yazımda cilt tümörleriyle ilgili sıra dışı olduğunu düşündüğüm bilgileri sizlerle paylaşmıştım. Bugün korunma yollarına ve şehir efsaneleriyle oluşan yanlış açıklamalara değinmek istiyorum. Bu hastalık gibi diğer tüm rahatsızlıklar ve sorularınızla ilgili; sosyal medyada ve benzeri mecralarda önünüze gelen bilginin, araştırıp ulaştıklarınıza nazaran daha değersiz olduğunu da hatırlatmak istiyorum.
Nasıl korunuruz?
Güneşlenme sürelerimiz zamanlı ve kontrollü olmalı. Bugünlerde D vitamini sentezi için saat 10.00-16.00 arası güneşte kalmamız faydalı. Ama elbette bu süreyi sınırlamamız gerekiyor,
Son kullanma tarihi geçmiş koruyucu kozmetik ürünlerini kullanmayın,
Solaryumdan uzak durun,
UV filtreli güneş gözlükleri, gözlerimizi ve çevresini cilt kanserlerinden koruyacaktır. Lütfen estetik kaygılarla küçük çeperli gözlükleri tercih etmeyelim. Gözlüğümüzün, göz çevremizi tamamen sardığından emin olalım,
Günlük düzenli olarak, en az 15
Güneşin yükselmeye başladığı şu günlerde aman dikkat! Özlediğimiz bir sürü yaz deneyiminin yanı sıra, yanıklar veya cilt tümörleri gibi hiç istemeyeceğimiz rahatsızlıklar da bizleri bulmasın.
Cilt tümörleri en sık görülen, en kolay önlenebilen ama en çok ihmal ve göz ardı ettiğimiz kanser türleridir diyebiliriz. Özellikle ismiyle alakalı korku uyandıran malign melanoma, gizemli söylenişi dışında genellikle iyi seyreder ve tedavilere olumlu cevap verir. Son yıllarda geliştirilen ilaçlarla, diğer türlere nispeten çok daha iyi sonuçlar aldığımız bir hastalık durumuna geldi.
Belirtileri
- Ciltte oluşan ben ve çiller,
- İyileşmeyen bir yara,
- Cilt yüzeyinde belirgin değişiklikler,
- Ciltte kırmızılık, hassasiyet ve yeni gelişen şişlik,
11 ayın sultanı olarak nitelendirdiğimiz bu kıymetli dönem, bilinenin fazlasıyla sadece oruçla gelmiyor. Bu ayın, tutan tutmayan, çocuk veya yetişkin her birimizi; nasıl bir iç huzur, yenilenme, yavaşlayarak kararlarımızı gözden geçirme, dostluklarımızı geliştirme, küslüklerimizi bitirme, en önemlisi paylaşma, yardımlaşma gibi onlarca erdemi ve ibadeti daha güçlü sahiplenmek için motive ettiğini biliyoruz.
Küçüklüğümüzden itibaren bizlere kodlanan bu duygu ve davranışların, zengin-fakir demeden bütün sofraları ne kadar kıymetlendirdiği ve güzelleştirdiği de açık. Bir doktor olarak, bu yazıyı ve hastalarıma uyarılarımı, bir iftar misafirinin safiyaneliğinde değerlendirmenizi rica ediyorum.
Daha Ramazan ayı yaklaşırken “Oruç tutabilir miyim?” sorusuyla karşılaşmaya başlıyoruz. Hastalarımız aktif tedavi altındaysa da cevabımız genelde, “Hayır, tutmayın” oluyor. Kanser sürecinde, hem hastalığınız sebebiyle hem de aldığınız tedavilerin yoğunluğu sebebiyle vücudunuzun enerji ihtiyacı artıyor. Hastalarımız normal
Günlük iş yaşamı ziyaretlerinde ya da akşam misafirliklerinde ikram sayılmayacak kadar standart sunum haline gelen çayın kadim bir geçmişi var. Demleme yöntemlerimiz, sunum biçimlerimiz ve duyduğumuz tutkuyla, neredeyse milli içeceğimiz sayılabilecek çay, tarih sahnesine M.Ö. 3’üncü yüzyılda çıkıyor. İlk dönemlerini medikal içecek, bir ilaç gibi geçirse de ‘Newton, elma ve yer çekimi’ üçlemesiyle bildiğimiz meşhur hikayeye benzeyen öyküsüyle gündelik yaşamda içecek olarak da tüketilmeye başlıyor.
Çin İmparatoru Shenn Nung, elinde sıcak su dolu bir kaseyle, bir ağacın altında otururken kaseye çay yaprakları düşer. İmparator, yaprakların verdiği renk ve tadı çok beğenir, kendisine iyi geldiğini hisseder.
Başta medikal olarak kullanılan çay, keyifli bir içecek kimliğiyle o günlerden sonra ticarileşir ve ilk olarak Osmanlı döneminde topraklarımıza
ulaşır. Ancak ekilmek üzere seçilen toprakların uygun olmaması sebebiyle yaygınlaşamaz, günlük