Dönem dönem çeşitli versiyonları da türemiş ama orijinal halinin hâlâ akılda kalıcı ve geçerli olduğu bir söz vardır: “Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir.” Yakın tarihte evrilse de, söz konusu özdeyiş herkesi gururlandırırken çoğu zaman beni acı acı gülümsetmiştir. Çünkü alt metinde bir yandan da şunu açık eder; Türkler her işe hızlı başlarlar, ancak sonunu pek getiremezler.
Özdeyişe göre, Almanlar çok disiplinli ve liyakat odaklı çalışır, bu yüzden her biri tam görev adamıdır ama asıl sonuca varanlar, meşhur soğukkanlılıklarıyla İngilizler’dir. Başta belirttiğim gibi zamanla bu söz, “Amerikalı gibi düşün, Japon gibi planla, Türk gibi başla, Alman gibi devam et ve İngiliz gibi bitir” vb. birçok türevini doğursa da bizim sürdürülebilirlik konusundaki yeteneksizliğimizi hep açık etmiştir. Çocukluğumun, gözümün ucuyla seyrettiğim milli futbol karşılaşmalarında bile, sonuca doğru
Bisfenol A (BPA) diğer kimyasallarla birlikte plastik ve reçine yapımında kullanılan bir madde. 1960’lardan beri hayatımızda ancak her geçen yıl daha fazla ürüne sokulduğu için giderek daha çok maruz kalıyoruz. İdrar tahlili yapılan hemen herkeste bu bileşiğe rastlamak mümkün. Pet su şişeleri, damacanalar, plastik bardak ve saklama kapları, konserve kutuları, biberonlar başta olmak üzere yiyecek ve içecek depolayan kaplarda kullanılıyor. Bazı diş dolguları ve kompozitler de BPA içeriyor, yani BPA her yerde...
Bazı araştırmalar, BPA’nın, imalatında kullanıldığı kaplardan, yiyecek veya içeceklere sızabileceğini gösteriyor. Kapların mikrodalgayla ısıtılması durumunda bu sızma oranının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. BPA belli sınırlar içinde kullanıldığında insan sağlığına zarar vermiyor ama plastik ürünlerin ve kullanımın giderek yaygınlaşması sebebiyle izin verilen günlük dozun aşıldığına inanılıyor. Amerika’da ‘Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ tarafından yürütülen 2003-2004 Ulusal Sağlık ve Beslenme Sınavı Araştırması,
Çok çalıştık, çok yorulduk... Hepimizi bunaltan bir pandemi sürecinden çıkmak üzereyiz. Artık biraz rahatlamanın, dinlenmenin vakti. Medyada birileri öyle ya da böyle konuşmaya devam edecektir; üstelik aylardır söyledikleri yetmezmiş gibi, bu yaz da ne yapmanız ya da yapmamanız gerektiğini durmadan tekrar edecektir. “Ne güzel tatilden bahsederken buraya nereden geldik?” diyeceksiniz. Ama söylenenleri ne kadar dikkate alacağınıza ve nihayetinde bu yaz ne yapacağınıza karar vermeden önce kulak vermenizde fayda var.
Pandemiyle bilimin önemini daha iyi anladık. Nihai sığınağımız olduğunu, bize hizmet ettiğini ve sonuna kadar yararlanmamız gerektiğinin farkına vardık. Anlamamız gereken küçük ama önemli bir detay daha kaldı! O da ‘bilimci’ ile ‘bilim insanı’ arasındaki fark. Bilim insanları bize ışık tutar, bilimsel verilerle konuşur, sorular sordurur, doğru yolu bulmamıza yardımcı olurlar. Bize sürekli bir şeyleri dikte etmezler. Korku kültürü oluşturarak toplumu hipnotize etmek bilim insanlarının seçtiği bir yol değildir.
Termal tıp, termal tedavilerin özelliklerini, biyolojik ve farmakolojik etkilerini inceler. İnsanlık, yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olarak suyun etkilerini keşfettiği ilk günden bugüne, termal tedavilerin faydalarının da farkında. Bu sebeple olsa gerek, yarattığı tüm medeniyetler, daima bir suyun kenarında, yakınında, iki yakasında ya da ortasında...
Hintliler ile Yunanlılar, suyun insanın ve dünyanın temeli olduğunu düşünmüşlerdi. İnsanlığın suyun iyileştirici etkilerini fark etmesi ise uzun sürmedi; su sihir olarak görüldü ve ilahi vasfın bir armağanı kabul edildi. Mısırlılar, suyu hijyenik ve kozmetik amaçlarla da kullandılar. Kadınları daha güzel olmak için ciltlerine su buharı uyguluyordu ve efsanevi Kleopatra güzelliğini korumak için Ölüdeniz’de çamur banyoları yapıyordu. Bu öncü uygulamalara rağmen ‘termalizm’ resmi doğuşunu Yunanistan’da gerçekleştirdi. Suyun, bu doğaüstü gücü nedeniyle termal merkezler hep tapınakların ya da doğal su kaynaklarının yanında kuruldu. Eski Yunanlılar, özellikle
Sağlıklı olmak, pirüpak biçimde hiçbir hastalığın olmaması hali değil, kişinin kendisini iyi hissetmesi halidir. Son yıllarda yapılan çalışmalar göstermiştir ki; kişinin bedeni, zihni ve ruhu bir bütündür, birinde işleyişin bozulması diğerlerini de etkiler. Üçü arasındaki sürekli iletişim, birinin bozulması halinde diğerlerinin de etkilenmesine neden olur. Bu sebeple de vücudu entegre bir sistem gibi düşünüp, sadece parçalara konsantre olmak yerine bir bütün olarak ele alıp, tümüne bakmak gerekir. Kişi alışkanlıkları, kullandığı ilaçlar, stres durumu, yiyip içtikleri, sporu, günlük aktiviteleri, sosyal yaşantısıyla birlikte değerlendirilmelidir.
Bütünsel sağlık yaklaşımı, fonksiyonel tıp, tamamlayıcı tıp gibi çok değişik kavramlarda karşımıza çıksa da kullanılması en tehlikeli tanımlama ‘alternatif tıp’ olsa gerek. Kronik, yani tedavi olmayı gerektiren bir durumda fonksiyonel tıp ve bilimsel tıp birlikte çalışmalıdır; bilimsel tıp tedavi eder, fonksiyonel tıp ise hastalığın tekrarlamaması ve kişinin
Sitelerin açık ya da kapalı otoparklarında, arka balkonlarda, bodrum kat depolarında; tekerleri inmiş, mahzun ve boynu bükük bekleyen bisikletlerin sahipleri! Bu yazı hepimiz için... Haksız bir sitemle mi başladım bilmiyorum ama bu manzaraya ülkemizin özellikle büyük şehirlerinde öyle sık rastlarım ki, bu durum bana hep hüzün verir.
Bisiklet örnekli serzenişimden belli olduğu üzere konumuz, egzersiz veya aktiviteli, hareketli bir yaşamın bize neler yapabileceği?
Fiziksel aktiviteler, kasların hareket etmesini ve daha fazla enerji harcamasını sağlayan eylemlerdir. Bağışıklık sistemiyle arasındaki ilişki, yapılan egzersizin veya aktivitenin yoğunluğuna, süresine, şiddetine ve bireyin özelliklerine bağlı olarak değişir. Egzersizin mutlaka kontrollü olarak yapılması gerekiyor çünkü beklenildiğinin aksine bağışıklık sistemimizi baskılayabilir. Gıda konusunda sık sık tekrarlamalarıma gönderme yapmak gibi olacak ama düşünün egzersizin bile fazlası zarar!
Okuyucuya tuhaf gelecek biliyorum ama bizler kanseri, hemen her gün yeniyor ve yok ediyoruz. Asıl sorun ise, Türk filmlerinde karşılaştığımız ve ön yargı oluşturduğumuz biçimin tersine; kanserin insanlığın önüne durmaksızın çeşitlenerek, değişerek ve başka bünyelerde, başka reaksiyonlar göstererek çıkması. Araştırmalarımızı ve daha öncesinde kazandığımız zaferleri tekrar kazanmamıza izin vermeyen, bizleri bir türlü yüzde 100 başarıya ulaştırmayan bu dinamik durum, haklı olarak ‘İnsanlık kanserden kurtulamayacak mı?’ sorusunu sürekli karşımıza çıkarmaktadır.
Zamana, durmaksızın süren çalışmalara paralel olarak, kanserle ilgili umut verici araştırma ve olumlu sonuç sayısı hızla artmaktadır. Ancak...
- Her bir kanser türünün diğerinden neredeyse tamamen farklı yollarla, farklı genetik özelliklerle ortaya çıkması,
- Tek bir kanser türünde bile değişik alt grupların ve çok başka özelliklere sahip hücrelerin bulunması,
- Kanser hücrelerinin ani ve hızlı şekilde direnç geliştirmesi, aynı zamanda standart
Akciğer kanseri deyince aklımıza ilk gelen şey, hiç şüphesiz ki sigara. Çünkü bu hastalığın yüzde 90 oranında sebebi sigaradır. Ülkemizde akciğer kanserinin kadınlarda görülme sıklığı, 100 binde 10’ken, bu oran erkeklerde 100 binde 75’e yükselmektedir. Küçük hücreli ve küçük hücreli olmayan şeklinde iki alt tipe ayrılır. Küçük hücreliler, daha az görülür, daha hızlı bölünür ve diğer organlara daha hızlı yayılır. Küçük hücreli olmayan kanserler de, kendi aralarında alt tiplere ayrılır. Akciğer kanserini alt tiplerine ayırmak, uygulanacak tedavilerin seçimi ve hastalığın gidişatını öngörme açısından önemlidir.
Risk faktörleri
- Sigara: Akciğer kanserindeki en önemli etkendir. Kişinin günde içtiği sigara miktarı, ne kadar süreyle içtiği, ne kadar derin içine çektiği, sigaraya başladığı yaş, kanser riskiyle orantılıdır. Pasif içiciliğin de riski artırdığı unutulmamalıdır.
- Puro ve pipo: Sigaradan daha zararsız gibi