Kart cezaları nedeniyle neredeyse cezaevine dönüşen Beşiktaş dün Vodafone Park’ta Göztepe gibi kıymetli bir takımı farklı yenerek herkesin kuşkuyla baktığı oyunu coşkuya çevirdi.
Haftanın en çok merak edilen sorusu, Atiba-Tolgay ve Oğuzhan’ın yokluğunda Beşiktaş Futbol Takımı’nın kimyasının bozulup bozulmayacağı idi. Dün gördük ki, Medel ve Necip ile oyun merkezini oluşturan Şenol Güneş seçimini çok iyi yapmış.. Artık eskisi gibi, “Isıramayan” ve yavaşlayan Atiba ile son haftalarda top kayıpları yapan Tolgay’ın zoraki dinlenmesi Medel ve Necip gibi formayı özleyen, fırsat gözleyen, gözüpek ve kararlı adamların işbaşı yapmasına neden olmuş... İkisi de olağanüstü bir ciddiyetle oynadılar. Şu kadarını söyleyeyim: Medel’in attığı golle, yerden kafa ile havalandırdığı topu Tosic’in kafasına gönderen Necip’in asisti bu “çapa” adamların fizik olarak ne kadar sağlam olduğunu, mental bakımdan ne kadar hazır ve moral bakımından ne kadar da mutlu olduklarını göstermeye yeter. Sadece oyun merkezi değil sahanın her yeri Beşiktaş’ın zenginliği ve güzelliği ile doluydu. Tam da Şampiyonlar Ligi standardında bol paslı, çabuk, çok yaratıcı, bol pozisyonlu bir oyun çıkardılar... Hakçası biraz
Kimse yanlış anlamasın. Bu yazının Fenerbahçe kongresiyle, başkan adaylarıyla hiçbir ilgisi yok. 20 yıldan beri amatör spor dallarına yapılan harcamaların, ödenen vergilerin bir şekilde kulüplerden alınmaması için çaba gösteren, devlet desteğini her zaman yetersiz (!) bulan Başkan’ın nihayet derdini anlatabildiğini, hayalindeki hedefin gerçekleştiğini bir kenara not edelim.
Türk sporunda olimpiyat oyunlarına en çok sporcu gönderen kulüp olarak saygıyı hak eden Fenerbahçe, amatör (!) dallara yaptığı harcamaları sürekli artırarak önemli başarılar elde etti. Kadın voleybolu, erkekler ve kadınlar basketbol, atletizm dallarında kazandığı kupalar, şampiyonluklar ve final oynama onuru başarı listesinde göz kamaştırdı.
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, her defasında futbol dışı spor dallarına yatırım yapmaya devam edeceklerini, ancak devletin de desteğini beklediklerini söyledi. Elbette bu talep sadece Fenerbahçe’nin talebi değildi. Aziz Yıldırım, sadece Fenerbahçe adına değil, tüm spor kulüpleri adına konuştu.
Spor Bakanı Dr.Osman Aşkın Bak’a, Maliye Bakanı Naci Ağbal’a, Spor Genel Müdürü Mehmet Baykan’a derdini anlatmakta pek zorlanmadı. Sonra da TBMM’de parti liderlerini, Bütçe
Gergin ve istekli bir Beşiktaş izledik. Siyah-beyazlılar, Süper Lig’in bitişine yaklaştıkça maçı kazanmak için daha çok emek ve enerji harcıyor ama, aynı biçimde top kayıpları ve savunmayı önemsemiyordu.
Oyunun adı “ Gözü Kararmışların Gösterisi “ olabilirdi.
Gözünü karartmak, işe atılırken hiçbir şeyden çekinmeden, sadece işi bitirmeye yönelik kararlılık göstermek anlamına geliyor. Beşiktaş dün o nedenle gözünü kararttı. Sadece golü düşünerek içgüdüsel bir hücum gösterisine girişti.
Cezalı Quaresma’nın yokluğunda bu oyunu oynamak o kadar kolay değildi. Yine de fazla zorlanmadılar. Gökhan Gönül kanat bindirmelerinde fazlasıyla sorumluluk üstlenip etkinlik gösterirken önündeki adamlar sıkça değişti... Talisca, Babel... Hatta Oğuzhan. Aslında dört hücumcu, kanat, merkez ayrımı yapmadan küçük varyasyonlarla maçı taşıdılar. Babel ve Talisca golü arayan en istekli ayaklardı. Oğuzhan da goldeki asisti ve yaratıcı katkısıyla oynadı. Ancak devamlılığı yoktu. Zaten ilk yarının en önemli iki hareketi (şut ve gol) onlardan geldi. Bir de Negredo’nun Talisca’ya attığı harika aşırtma pas var. Brezilyalı topla buluştu ama, golü atamadı.
Negredo her zamanki gibi iyi niyetli, koşan,
Milli Takım’ın Antalya’da oynadığı maçta, kaybettiğimiz keyfi, saygı duyduğumuz oyunu bulduk.
Belki “bayat konu” diyerek burun kıvırabilirsiniz ama, kayıtlara geçsin diye söylüyorum: Bu Milli Takım’ın oynadığı ve oynayacağı her maça kefilim.
Bu Milli Takım’la yaşayacağımız her olaya ve tanıklığa hazırım.
Lucescu’yu ya da takımın tümünü... Kadrodakilerden birini ya da birkaçını... Taktiklerini, becerilerini, performanslarını eleştirebilirim.
Bunlar oyunun içinde var olan gerçekler.
Bu ülke, futbolun kendi hakikatlerinden koparak farklı zeminlere başka kulvarlara ve başka alanlara kaydığı zaman huzuru da başarıyı da saygıyı da kaybetti.
Polemiklerin, yersiz ve zamansız tartışmaların, anlamsız ego savaşlarının ortasında pusulayı şaşırdı.
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, uzun suskunluk döneminden, beklenmeyen sessizlik sürecinden sonra adeta patladı : “Fenerbahçe artık bölünmüştür!”
Doğrusu, şaşkınlık veren bir mesaj bu. 3 Temmuz sürecinde Kadıköy’den yola çıkıp giderek büyüyen nehirler gibi Adliye Sarayı’na akarak - bir bütün halinde- kendisini destekleyen, tutukluluk halinde başkanı yalnız bırakmayan koskoca bir camia için “bölünme”, öyle kolay kolay, ezberden yapılacak bir tanımlama değildir.
2015 kongresinde kendisi tarafından “Fenerbahçe’ye başkan” adayı olarak adeta icazet verilen Ali Koç’un, yönetime karşı sosyal medyada yaygınlaşan eleştiri, küfür ve hakaretlerle şimdi bölünmenin merkezinde olduğunu anlatıyor Aziz Yıldırım. Konyaspor’la oynanacak kritik lig maçına 2,5 saat kala “Her koşulda başkanlığa aday” olduğunu açıklayan Koç’un bölünmeyi orada başlattığını ileri sürüyor.
Bugüne kadar fark atarak seçim kazandığı rakiplerine karşı böylesine tavırlar takınmayan, onları sandıktaki gücüyle yenmeyi başaran Aziz Yıldırım, bu defa daha “duyarlı” olduğunu gösteriyor. Alıngan, hoşgörüsüz, biraz da panik halinde tavırlarla gündem belirlemeye çalışıyor. Geleneksel söylemleri de ihmal etmiyor: “Hakem kararlarında
Süper Lig’in en iyi oynayan iki ekibiydiler. Her türlü arızaya, eksiğe, yanlışa ve kayıplara rağmen eleştirilerle birlikte hem övgüye, hem de takdire layık görülüyorlardı...
Maç başladığında gördük ki o en iyilerin buluşmasında sayı 2’den 1’e inmiş. Başakşehir, Epureanu ve Emre gibi iki cezalı oyuncusunun yokluğuna rağmen kalitesinden hiç bir şey kaybetmemişti. Epureanu yoksa Da Costa vardı. Emre yoksa İrfan Can koşuyor, genç enerjisiyle elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Mahmut, Visca, Adebayor, Mossoro ve Elia da istim üzerindeydiler. Abdullah Avcı’nın takımı rakibinden daha çok koşarak, daha çabuk oynayarak, topa daha fazla sahip olarak maça ağırlığını koydu.
En azından ilk yarı için söyleyelim, Beşiktaş belki de sezonun en kötü oyununu dün oynadı. Hepsi de sarhoş gibiydiler. Oyun içinde bulundukları yeri, pozisyonu, rakibin planını filan hiç görmeden ağır çekim bir uyku mahmurluğuyla eh işte, oynuyorlardı. İlk 10 dakikada Emanuel Adebayor’la ne yapacaklarını bir türlü anlayamadılar. M.Başakşehir bu kadar kısa sürede en az üç gol kaçırdı.
Beşiktaş’ın yediği gole bakalım. Top Adriano’da Tolgay Arslan yorgun (!) ve şaşkın... Adriano Tolgay’a pas atıyor. O da üç kişinin arasına
Hafta boyunca istatistiklerle, grafiklerle, teknik direktörlere dönük niyet okumalarıyla bolca konuşup tartıştığımız derbinin en güzel yanı, nihayet dün saati geldiğinde başlamış olmasıydı. Böylece oyun, sanallıktan gerçekliğe dönüştü. Hemen söylemeliyim ki onca afur - tafurdan sonra maç beklendiği gibi yüksek perdeden başlamadı. Akıl başka, duygu başka... Heyecan başka, sükunet başka. O nedenle iki teknik direktör de oyuna olabildiğince akıl katmaya çalıştılar. Bu anlamda tribünlerin heyecanına, beklentisine yanıt vermediler, ayak uyduramadılar.
Özellikle ilk yarıda “coşku” yoktu. İki taraf da doğru oyunu oynamaya çalışıyordu çünkü. Fenerbahçe bol pasla topu Galatasaray yarı alanında dolaştırıp Giuliano, Soldado, Şener ve Hasan Ali ile etkili olmaya çalıştı. Topu kaybetmeden ısrarla Galatasaray ceza alanına girmek istiyor, basıyorlardı. Bu bir anlamda doğru bir anlayıştı. Galatasaray’ın dağınık ve netameli savunması üzerinde baskı kurarak golü bulabilirlerdi. Nitekim Maicon’un ceza alanı içinde artistik (!) top çevirme hevesi yüzünden Soldado’ya topu kaptırınca Kocaman ve ekibinin ne kadar doğru iz üzerinde oldukları anlaşıldı. Fenerbahçe ilk yarıda 4 korner kazandı. Bir de
Dünkü tabelanın hiç önemi yok. Başakşehir’e hazırlık kapsamında ciddi bir provaydı, o kadar. Şenol Güneş’in sahaya sürdüğü onbirle kulübede yanında oturttuğu oyuncuları da tartmaya, karşılaştırmaya gerek yok. Beşiktaş için asil - yedek ya da rotasyon fark etmiyor. En azından takımın elle tutulur, gözle görülür bir oyun anlayışı var. Bu anlayışta başarı da kişisel performanslara göre belirlenebiliyor.
Bayern’le oynanan “nafile” rövanşta Beşiktaş gol pozisyonlarına da girdi. Topu rakip yarı alana, caza alanına taşıdı. Ne var ki ilk yarıda kişisel egoları kontrol edemediğinden olacak, Quaresma uzak- yakın demeden hep kaleye şutladı... Her defasında leylekleri kovaladı top. Vagner Love da harcıyordu buluştuğu topları. İkinci yarıda attığı golü sorarsanız, Bayern Münih’in en azından beş yıl süreyle asla tekrarlamayacağı hatalar zincirinin bedeliydi. Önce rakibin kısa düşen topu, sonra Vagner’in kötü vuruşu... İleri çıkan kalecinin altından geçen top... Ve geciken Boateng’in önleyemediği gol. Yine de teşekkür etmek gerekir Love’a... O golle eğlenceye döndü maç.
Bayern’in Alcantara ile 1-0 öne geçmesi, ikinci yarıda Gökhan’ın iş kazasıyla 2-0’a tutunması, sanki onlar için yeterliydi.