Daracık bir mutfakta, plastik kap kacak, kulpu kırık tencere tavayla, iki üç malzemeyle bir şeyler pişiren kavruk ve mahcup bir oğlan çocuğu olarak çıkmıştı karşımıza Taha Duymaz. Alıştığımız anlamda ‘fenomen’ olacak hiçbir yanı yoktu yaptığı yayınların ne ışığı ışık ne imajı göz alıcı, ne kurduğu cümleler havalı. Ama açtınız mı bitirmeden bırakamıyordunuz. Çok samimi, çok ‘kendi’ydi, çok da yetenekli ve hevesliydi. 12 çocuklu ailenin en küçük oğluydu, Hatay Yayladağı doğumluydu. Küçük yaşta kendi omuzlarına ailesine iyi bir hayat vermek gibi bir sorumluluk yüklemiş, ilkokul dördüncü sınıftan sonra okumamış, çöplerden teneke, dağlardan kekik toplayıp satarak evin geçimine katkıda bulunmuş, bir yandan da yemek yapmayı öğrenmişti. Toplumun ‘erkek’ olma şartlarıyla da o yaşta tanışmıştı dolayısıyla. “Erkek eliyle hamurun içinde ne işi vardı?”
Videoları tıklanıp üç beş kuruş kazandıkça sosyal medyanın acımasız yanı da çöktü omuzlarına. Sınırlarına sığmakta zorlandığı köyündekilerin baskısı yetmedi, ülkenin dört bir yanından kaldırmakta zorlandığı bir dolu laf işitti. Mutfağındaki imkânsızlıklarla, heybetli burnuyla, şivesiyle dalga geçtiler, 1 milyon takipçiye ulaşan Instagram hesabını şikâyet edip kapattırdılar. Taha Duymaz’ın isyanını, gözyaşlarını izledik hep birlikte, canlı canlı.
Ama o güne dağları delerek gelmiş bir çocuktu, yılmadı. Gözümüzün önünde büyüdü, yemekleri çeşitlendi. Pet şişede halka tatlısıyla, tırnak pidesiyle başlayan kanalında kabak spagettiler, suşiler boy gösterdi. Malzemeleri çeşitlendi biraz. Kendisi geldi 19-20 yaşına. Dalga geçilen şivesinden kurtulmak için çaba harcadı. Estetik ameliyat oldu, burnunu, kulaklarını küçülttürdü. Okula yazıldı, “Sizlerin sayenizde” diye teşekkür etti takipçilerine. Aşk acısına iyi gelen şarkılar, haftalık cilt bakımı rutini eklendi yemek videolarının arasına. Ve sürekli o malum ‘erkeklik’ meselesiyle boğuşmak zorunda kaldı. Sosyal medyadan yazdığı cevap pek çok yetişkininkinden daha dolaysız ve içtendi...
Armağan Çağlayan’ın “Gör Beni” programına katılmıştı geçen yıl. Ailesinden gizli yaptırdığı yeni burnuyla. Çok konuşulurmuş köy yerinde, laf söz olurmuş. “Hayat benim hayatım” diyordu ama, “Ne zaman öleceğim belli değil, belki büyümeyeceğim, belki 19-20-25 yaşında ölüp gideceğim. Bari yaptırayım da mutlu mutlu gideyim, haksız mıyım?”
Haklıymış. Kısacık hayatı boyunca sürekli zorbalıklarla savaşan, hayallerinde bile fazla uçamayan bu kanatları kırık çocuğu 20 yaşını doldurmak üzereyken depremde kaybettik. 12. günde çıktı bedeni enkazdan. Yarım yamalak, hüzünlü bir hikâye kaldı arkasında. Bir de olağan koşullarda kimsenin 19 yaşında kurmaması gereken cümleler: “Kim nasıl istiyorsa öyle yaşasın istiyorum. Hepimizin ömrü kelebek gibi. Gelip geçiyor”.