‘Kendimi uyuyormuş ya da yokmuşum gibi hissediyordum. Kalbimde hiçbir şey hissetmiyordum. Boş gibiydim sanki. Ondan sonra durup düşündüm, ben ne yapıyorum, hayatımın sonuna kadar bu köyde yaşamak istemiyorum, erken yaşta evlenmek, çocukken çocuk bakmak istemiyorum, ben yaşayamam. Bu şekilde seni aramaya karar verdim”.
Bu cümlelerle başlıyor, “Yaramaz Çocuklar / Les Enfants Terribles”. Çocukluktan genç kızlığa ancak geçmiş Zeynep’in yüreğinden can havliyle kopup abisine ulaşan yardım çağrısı. Yaşadığı ev, büyüdüğü aile, köyün kuralları koyan ‘ileri gelenleri’ ona evlenip yuva kurmaktan başka seçenek bırakmazken Zeynep’in derdi okumak. Abisi Ahmet, yirmi yıl kadar önce, henüz 13 yaşındayken evden kaçıp hem çalışıp hem okuyarak kendi yolunu çizebilmiş, ardından yurt dışına gitmiş, yönetmen olmuş. Kız kardeşinin çağrısıyla Antakya’ya, köyüne dönüyor ve bıraktığından çok daha muhafazakâr bir aile yapısı buluyor karşısında. Bir yandan uzun süre ayrı kaldığı kardeşlerini tanırken bir yandan da kamerasını evinin içine yerleştirerek bu huzurdan, mutluluktan yoksun, geleneklerle, dayatmalarla kuşatılmış yapıyı filme almaya başlıyor.
Ahmet Necdet Çupur’un “Yaramaz Çocuklar” belgeseli dünya prömiyerini yaptığı Visions du Réel’de Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüş, ardından da pek çok festivale katılarak ödüller almıştı. Hatta geçen yıl Adana Altın Koza’da En İyi Film Ödülü’nün sahibi olmuştu. Şu anda MUBİ’de gösterime giren filmin bir aile hikâyesini çok içeriden ve dolaysız şekilde anlatmak ama aynı anda ülkeye, ataerkil düzene dair bir resmi çarpıcı şekilde ortaya koymak gibi bir meziyeti var. Hani nasıl hücrelerimize kadar işliyor o ayrımcı ezberler, nasıl tereddütsüz söyleniveriyor o “ama o erkek” cümleleri, bütün netliğiyle görüyoruz.
Zeynep, müthiş etkileyici bir karakter bir kere. Zeki, açık sözlü, güçlü, cesur, kararlı. Ne istediğini, ne istemediğini biliyor, inandıklarını söylerken bir an tereddüt etmiyor, gerçek bir umut kaynağı. Sıkıştığı yerde “kapa çeneni”den başka argüman bulamayan annesiyle tartışmalarında takındığı tavır, “karanlıklar aydınlığa nasıl döner?” sorusunun cevabı gibi. “Allah biz kadınları evde oturmamız için yarattı” diyen bir anne var karşısında ve Zeynep bütün sabrıyla onu ikna etmeye, kızlarla erkeklerin eşit olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Bir de diğer kardeş Mahmut var, sıkıştırıldığı yerden çıkmaya çalışan. O da hayatta iki kere gördüğü bir kızla; Nezahat ile evlendirilmiş, bir türlü karısını sevememiş, onunla konuşacak iki cümle bulamıyor ve ‘hatasından’ dönmek, ikisini de bu sevgisiz ‘aile’den kurtarmak istiyor. Ayrılmak istiyor özetle. Tabii ki gene karşısına ‘gelenekler’ dikiliyor ve ‘sevmemenin’ bir ayrılık sebebi olmasını asla anlayamayan koca bir kalabalık: “Nasıl yani onu terk mi edeceksin? Sırf sevmiyorsun diye?” Ve bir dolu ‘tavsiye’: “Sen bir çocuk ver ona, kadınlar erkekler gibi değildir, onunla oyalanır, sen gene istediğin yere gidersin, istersen bir daha evlenirsin, nasıl olsa resmi nikâhınız yok” vs.
İki kardeşin özgür ve mutlu bir hayat için verdiği mücadeleyi filme alan abileri Ahmet Necdet Çupur, Altyazı’daki röportajında Ekrem Buğra Büte’ye “Eski değerleri yıkmadan, yeni ve daha insani değerlerle hareket etmeleri gerektiğini kendi ebeveynlerine, halalarına, imama anlatmaya ve onlarla ortak bir alanda buluşmaya çalışıyorlar. Kendi dünyalarından kaçmak yerine onu daha insani hâle getirmeye çalışıyorlar” diyor. Bu yüzden kendisinin zamanında kaçıp gitmesinden daha değerli buluyor kardeşlerinin yaptığını. Ve bu yüzden de önemli bir film, “Yaramaz Çocuklar”. Değişim kıpırtılarını, bulutların arasından kendine bir yol bulup süzülmeye çalışan ışığı görüyorsunuz izlerken. Kızların, oğulların anne babalarını birkaç boy aştığını. Böyle gelmişse de böyle gitmeyeceğini.