O kadar tanıdık geldi ki başlıktaki cümle duyduğum anda. Ergenlik çağının isyanıyla söylendiğini hayal edin, eminim sizin de kulağınıza gelecek. “Öff, konuşmak da mı kabahat, gülmek de mi kabahat, o da mı kabahat, bu da mı kabahat?” Ve kabahattir genelde. Birileri öyle olduğuna karar vermiştir zamanında, öyle gelmiş böyle gitmektedir. Tabii ki neden diye sorgulamak da kabahattir.
Bu cümleyi Altın Koza’da aldığı Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü’nü sonuna kadar hak eden Mina Demirtaş’ın şahane bir şekilde canlandırdığı Reyhan’ın ağzından duyuyoruz
Filmin adı “Kabahat”. Daha önce ödüllü belgesellere imza atan Ümran Safter’in ilk kurmaca filmi. Aslında hikâye için kendi hayatından esinlendiği için, filmin çoğunu kendi büyüdüğü köy evinde çektiği için ve anlattığı bu ülkede her kadının bildiği bir dünya olduğu için fazlasıyla gerçek bir “kurmaca”dan söz ediyoruz. 13 yaşındaki Reyhan’ın İstanbul’da yaşayan bir kız çocuğu olarak her yaz geldikleri köyde geçirdiği birkaç günü izliyoruz. “Leon” filminden çıkıp gelmiş görüntüsüyle, annesinin sürekli uyardığı giyimi, kuşamı, soran, sorgulayan yapısıyla köydeki tabulara ayak uydurmakta zorlanıyor Reyhan. Üstelik yeni regl olmuş, bunu izleyen bütün hurafelerle tanışmış. Bir yakın arkadaşı var köyde; 17 yaşındaki Şükran (Ece Demirtürk). Onun baskılardan kurtulmak için bulduğu yol evlenmek. Zaten köyde bir kadın için en büyük lanet “kız kurusu” olarak kalmak ki Reyhan’ın teyzesi Münevver’in başına gelen bu. Şifacı ve dindar babaanne Ümmü (Işıl Acaray) sürekli uyarıyor Reyhan’ı, aman teyzesi gibi olup evde kalmasın. Sessiz, içine kapalı annesi Hatice (Berivan Edebali) gibi olsun, kocasının yaptığı her şeye göz yumsun, yeter ki bir “yuva”sı olsun.
Beş kadın karakteri üzerinden kadınların sıkıştırıldığı cendereyi anlatan “Kabahat”, 33. Ankara Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Yarışma filmlerinden biri. Olan biteni bütün hayreti ve isyanıyla izleyen Reyhan’ın gözünden takip ediyoruz. Nelerin “kabahat” olduğunu bir çocuk saflığıyla gözden geçirmek için bulunmaz bir fırsat.
Festival dostu şehir
33. Ankara Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj, Kısa Film ve Belgesel yarışmaları, dünya sinemasından klasikler içeren renkli programıyla bugün sona eriyor. Bugün yarışmadan “Kar ve Ayı”yı ve “Karanlık Gece”yi izleme imkânı var. Seyircinin filmlere yoğun ilgi gösterdiğini, biletlerin hızla tükendiğini söyleyelim. Daha önce Uçan Süpürge’de de deneyimlediğim gibi, Ankara tam bir festival şehri. Soru-cevaplarda farkını net bir şekilde gösteren sinefil bir seyircisi var. Altmış dakikalık “Çilingir Sofrası”nın “Ali Kemal Güven) söyleşisi elli dakika sürebildi mesela.
Büyülü Fener Sineması’nın sokağındaki kafeler de civardaki başka bar ve restoranlar da (başta buluşma noktalarımız Orta Dünya ve Route) festival havasını yaşatmaya devam ediyorlar. Antalya Altın Portakal zamanı “Filme gelenler nasıl olsa bize mahkûm” diyerek zam yapan Balerina Kafe gibi davranmıyorlar. Bu arada festival konuklarının önde gelen gündem maddelerinden biri Ankara’daki son derece uygun yeme-içme fiyatları oldu. Bir İstanbullu için sahiden acı verici bir fark var.
Mözer hep ikinci sırada
Ankara Film Festivali’nde paneller de oldu. Bir tanesi, bu yıl aramızdan ayrıldığına hiçbirimizin inanamadığı sinema yazarı dostumuz Murat Özer (hep anıldığı ismiyle Mözer) anısına gerçekleşti. Sinema yazarı arkadaşları Murat Erşahin, Esin Küçüktepepınar, Olkan Özyurt onun muzip, enerjik, duygusal, disiplinli yapısını anlattılar. Bir kişi daha vardı konuşmacı olarak; Aylin Nazlıaka. Meğer Murat Özer’le çocukluk, gençlik yılları beraber geçmiş. Ondan da bambaşka bir Mözer dinledik, sinema yazarlığına ve dergiciliğe getirdiği soluğun, sahip olduğu o doldurulamayacak biricik yerin temellerinin nasıl atıldığını öğrendik. Murat filmleri adeta perdenin içine girerek ikinci sıradan izlemeyi severdi, her söz alanın dediği gibi her filmde hâlâ orada. Kendisinden söz edilen o gün de oradaydı.