Bize en yakın insan kimdir acaba? Hakkımızda en çok şey bilen… Güne mutlu mu nemrut mu başladığımızı, kahveyi nasıl içtiğimizi, en çok hangi yemeği, hangi rengi, hangi çiçeği sevdiğimizi, hangi filmde ağladığımızı, âşık olunca hangi şarkıyı dinlediğimizi… Nelerden heyecanlanıp nelerden utandığımızı… Ne bileyim gelecekten ne beklediğimizi, hayatımızı nerede, kiminle geçirmeyi hayal ettiğimizi…
Mesela anne babamız gerçekten bilir mi bize dair bütün bu detayları? Baksanız her sabah aynı evde beraber uyanıp akşam aynı çatı altında uyuyarak yıllar geçirmişizdir. “Beni en iyi tanıyan annemdir, babamdır” diyebilir miyiz? Yoksa onlara göstermeye cesaret ettiğimizle kendi hayal ettiklerinin karışımı kadar mıyızdır onların gözünde? Çok sevdikleri o insan tanımadıkları biri midir aslında?
Bir aydır hayatımıza hâkim olan en güçlü duygu “kayıp” iken, her birimiz bugünün kıymetini “olmayabilecek” bir yarının gölgesinde daha fazla hissederken, “en yakınımız” dediğimiz birini tanımakta, onu dinlemekte ve olduğu gerçek kişi olarak sevmekte geç kalmanın ağırlığı üzerine düşündüren bir oyun izledim bu hafta sonu. Bir salon dolusu insan finalde hep beraber burnumuzu çeke çeke ağladığımız düşünülürse yalnız değildim. Depremden sonra gittiğim ilk oyundu ve sanırım tiyatro böyle zamanlarda en çok insanları (sahnedekileri ve koltuklardakileri) ortak bir duyguda birleştirdiği, “yalnız değilsin” dediği için kıymetli oluyor.
Oyun Atölyesi’nde Birkan Uz’un rejisiyle sahnelenen oyunun adı “Kırlangıç”. İspanyol yazar Guillem Clua’nın (Çeviren: Gözde Kırgız) 2016’da Orlando’da bir gay kulüpte 49 kişinin ölümüne neden olan silahlı saldırıdan esinlenerek yazdığı oyun, kuralcı, sert ve disiplinli şan öğretmeni Amelia’nın piyano başında sesini de nefesini de kontrol etmekten aciz Ramon’u denediği sahne ile başlıyor. Amelia için bu derece yeteneksiz bir öğrenciyle uğraşmak zaman kaybı, Ramon içinse bir yıl önce ölen annesinin ama töreninde söyleyeceği şarkı (“Kırlangıç”) hayati önem taşıyor. Birbirinden apayrı karakterlere ve inanışlara sahip bu iki insan, sadece sevdikleri birilerini yakın zamanda kaybetmiş olmanın verdiği ortaklık hissiyle yola çıkıyorlar, laf lafı, sırlar sırları açtıkça sandığımızdan çok daha fazla ortak yanları olduğunu, ikisinin de hayatının şehre damgasını vuran aynı terör saldırısında “donduğunu” öğreniyoruz.
Oyunun sürprizli dönüm noktaları var, tadını kaçırmadan söylersek, Amelia’nın canından çok sevdiği oğluna dair bildikleri, bilmedikleri (aslında bilmek istemedikleri, çünkü Ramon’un dediği gibi anneler hep bilir), söyledikleri, söyleyemedikleri ve bütün o “geç kalmışlık” hissi, o katlanarak büyüyen “keşke”ler, her seyirciyi yakalayacak kadar gerçek ve güçlü. Bir Ramon’un bir Amelia’nın duygusuna ortak olarak izlediğiniz oyun, sahne ile salon arasındaki sınırı kaldıran, sarsıcı ve duygusal bir finalle sona eriyor. “Kırlangıç”ın sahne tasarımında Makbule Mercan’ın, ışık tasarımında Emir Tatlı’nın imzası var.
Gelelim oyunu bu derece çarpıcı kılan ikiliye; Amelia’da Selen Öztürk’ü, Ramon’da Uğur Kanbay’ı izlemek büyük mutluluk. Müthiş uyumlu ve duygu sömürüsünden kaçınan, ölçülü oyunculuklarıyla “Kırlangıç”ı kolayca içine girip bir parçası oluverdiğiniz, meselesiyle yakınlık kurduğunuz bir deneyime dönüştürüyorlar. Sahnede her daim parlayan deneyimli oyuncu Selen Öztürk aynı zamanda oyunun tatlı şarkısı “Kırlangıç”ın da bestecisi. Uğur Kanbay ise 2018’den beri topluluğu sfrpztf’te yazdığı, yönettiği, oynadığı oyunlarla dikkat çeken bir genç sanatçı. İnanılmaz bir sahne ışığına sahip. İlk oyunu “Eylül” ile ödüllerle övgüleri birbirine eklemişti, sıradaki iş hemen yeni tek kişilik oyunu “REM”i izlemek olsun.