İnsanlar öldüklerinde arkalarından söylenecekleri önceden görebilselerdi biraz daha özenli atabilirlerdi adımlarını diye düşünüyorum bazen. Billur Kalkavan kalanlara hayatta neyin – nelerin değerli olduğunu düşündürecek şekilde gitti bu dünyadan. Nasıl anılmak isterim? Ne bırakmak iyi olurdu geride? Büyük bir servetse, onun taşınabilir olmadığını biliyoruz. İşte çok başarılı olmak, göz kamaştırıcı bir kariyer inşa etmek? O da hayatından, zamanından vererek ödediğin bedel ölçüsünde gelip geçici. Hırsın, yoluna çıkan engelleri devirme becerin, başarılı olacağım diye ezip geçtiklerin için hayırla anılmıyorsun hiç, bu da kesin. Bu dünyada bırakabildiğin iz, başka hayatlara saygıyla, sevgiyle, merhametle dokunabildiğin kadar. İnsan kadar doğaya, kediye, köpeğe, kuşa, ağaca, havaya, suya duyduğun saygıyla doğru orantılı. Eğer başkalarının ne dediğine kulak asmadan, kendi doğrularına göre, tavizsiz ve riyasız da yaşayabilmişsen, sana tanınan zamanın, dünyaya insan olarak gelmiş olmanın hakkını vermiş oluyorsun.
Billur Kalkavan kendisini ilk tanıdığımız yıllardan itibaren o “tavizsizliğin” vücut bulmuş hâli gibiydi. Köklü ve zengin bir ailenin “prensesler gibi” büyütülmüş kızı olarak etiketlenip ait olduğu rafa konması hiç mümkün olmadı. Evet, onların evinde sofraya şık giyinmeden oturulmaz, zinhar kot pantolon giyilmez, masaya dirsek konulmazdı ama Billur Kalkavan ile ilgili ilk çıkan gazete haberleri “Türkiye’nin tek punk kızı” başlıklarını taşıyordu.
Özgür ruhlu, dilinin kemiği olmayan, dobra, çapkın, eğlenceli, olduğu gibi bir kadın olarak yaşadı. O dik ve şahane duruşuyla baş etmenin yolu ona “biraz deli” damgasını vurmaktan geçiyordu, kendi olamadığımız her şeye hep yaptığımız gibi, bunu yaptık. Biz neden sürekli toplumun “normlarına” göre sıkıcı hayatlar yaşamak zorundaydık da Billur Kalkavan aklına eseni yapıyordu? İşte ne bileyim, bir oyunda striptizciyi oynayıp soyunabiliyordu, “tabu” damgası vurup halının altına süpürmeyi tercih ettiğimiz konulara rahat rahat dokunabiliyordu, cinsel hayat konusunda televizyon programları yapabiliyordu mesela. Son yıllarda kurucularından olduğu YouTube kanalı Billur TV’de bu konuda son derece “cesur” yayınlar yapmıştı. Evet, “cesur” tırnak içinde çünkü bu insana dair en doğal ve sıradan konuyu konuşmanın cesaret sayılması da bizim sorunumuz, onun değildi.
Öte yandan dobralıkla nezaketi müthiş bir şekilde buluşturmuştu bünyesinde. Kanalı için çektiği videolarla insanlara ulaşmaya hastalığının son haftalarına kadar devam etti. Oradan kendisini merak edenlerin içine su serpmeye, diğer kanser hastalarına umut ve cesaret vermeye, bir süre yayın yapamadığında özür dilemeye devam etti. “Lütfen biraz anlayışlı olun, sitem etmeyin, hâlim yok, ne yaşadığımı bilemezsiniz, ancak yaşayan bilir” dedikten üç saniye sonra “Neyse, bırakalım bu tatsız konuları” diye lafı değiştirdiği, saçsız başı, kilo verdiği için yüzünde iyice kocaman kalan parlak mavi gözleri ve kırmızı rujuyla, kocaman gülümseyerek başkalarına faydalı olacak bilgiler verdiği videolar kaldı geriye. Bir de işte o birkaç soru bence: Kimin için yaşıyorum bu hayatı? Ne kalsın isterim benden geriye?