Bu hafta sonu gene Beyoğlu İstiklal Caddesi’nden hüzünlü bir kepenk kapatma fotoğrafıyla karşı karşıya kaldık. Tarihi Lebon Pastanesi son kez hizmet verdi müşterilerine ve veda etti. Bir süredir gündemdeydi pastanenin kapanacağı aslında. Devam eden tahliye davası mülk sahibi Karagözyan Vakfı lehine sonuçlanmıştı. Pastanenin ortaklarından Abdurrahman Cengiz talep edilen kirayı ödemelerinin mümkün olmadığını söylüyordu.
31 Aralık 2021’de kapanacağı duyurulmuştu, süreç biraz daha uzadı ve 29 Ekim 2022, Lebon Pastanesi’nin son günü oldu.
Neden önemliydi Lebon? Çünkü Türkiye’nin ilk pastanesi olarak biliniyordu. Kuruluşunun 1850’lere hatta bir müşterinin getirdiği söylenen pasta kutusunun üzerinde yazan tarihe göre 1810’a dayandığı söyleniyor. Fransız Büyükelçiliği’nde pastacıbaşı olan Eduard Lebon ya da oğlu Mösyö Lebon tarafından kurulduğu, “Chez Lebon tout est bon” (Lebon’da her şey iyidir) tekerlemesiyle dillere dolandığı anlatılıyor. Dönemin edebiyatçılarının, sanatçılarının gözde buluşma mekânlarından biri. İlk kurulduğu yer 1940’ta çıktıkları, yerine Markiz açılan yer. Abdurrahman Cengiz ve Şakir Ekinci 1985 yılında patentini alarak 37 sene ayakta tutmayı başarıyor pastaneyi. Şimdi de bir kez daha “Bir devir kapanıyor”, “Bir tarih yok oluyor” başlıklarını atmanın sırası geldi.
Bu semte hala iflah olmaz şekilde bağlı biri olarak her o başlıkları gördüğümde kalbim kırılıyor. Pastanesi, kitapçısı, plakçısı, kafesi ve tabii ki tiyatrosu, sineması, hiçbiri dayanamıyor değişen hayatın sert koşullarına. Bir şehre, bir semte, hele Beyoğlu gibi tarihi olan bir semte ruhunu bütün o mekânlar veriyor halbuki. Bunların değişen müşteri profiline, yükselen kiralara, ekonomik krizlere bir bir kurban gitmesi bu şehirde yaşayan herkes için kayıp. Herkesin derdi olmalı “Türkiye’nin ilk pastanesi” denen bir yerin, böyle bir “tarihin” yok olması.
Güçlükten birlik doğar
İstanbul’da yaşayanların bir araya geldiğinde konuştuğu birkaç ortak konu var bir süredir. Tabii ki birinci sırayı kirayı dört katına çıkarmak isteyen, şu veya bu sebepten tahliye davası açan ev sahipleri alıyor. Hiç bu kadar güçlü bir ortak paydamız olmamıştı. “Kaç yılın doldu? Yok, yasal olarak hiçbir şey yapamaz” gibi cılız cümlelerle birbirimize moral versek de herkesin yüzünde aynı endişe, hepimiz emlak hukuku uzmanıyız. Nihayet kimdir, kimlerdendir demeden birbirimizi anlıyoruz bir konuda ya, neredeyse ona sevineceğim.
İkinci konu da elbette taksiler. Artık prensip olarak yolcu almadıkları, en azından Türk yolcu almadıkları kabul edilmiş, onlarsız bir hayat kurgulanmış durumda (Tam burada 1 Kasım’da açılacak yedi yeni deniz hattına büyük umutlar bağladığımızı söylemek isterim. Nihayet deniz ulaşımının kıymetini anlar olduk). Ama taksisiz hayattan da bir dayanışma ruhu doğuyor, iyi tarafından bakacak olursak. Bir kere bir ortak mizah anlayışı gelişti; geçerken sizden yana bakmayan, önünüzde durmayan, dursa bile sizi almayan, alsa da gideceğiniz yere götürmeyen taksiciler üzerine üretilen şakalardan. İkincisi, birbirimizin halinden anlamaya, bir aracımız ya da mucize eseri bindiğimiz taksimiz varsa “Buyurun sizi de bırakalım” demeye başladık. Geçenlerde benim sokağımda bir saat kadar taksi beklemiş, umutlarıyla beraber telefonunun şarjını da tüketmiş bir genç bizden yardım istedi mesela. Telefonunu şarja taktık, bütün durakları aradık, “Taksimetreyi açın gelin” dâhil hiçbir öneriyi kabul etmediler. Uber ve Bi Taksi desen “Nereye gideceksiniz?” diye mesaj atıp güzergâhı öğrenince iptal eden şoförlerle dolu. Neticede bu arkadaş elindeki çantaları ve cep telefonunu bize emanet edip, bize güvenip işlek bir meydana taksi avlamaya çıktı. Güçlükler birleştiriyor insanları.