Sanırım artık “iklim krizi” hepimize bir şey ifade etmeye başladı, sonuçlarını her alanda yaşayıp görerek ikna olduk. “Karbon ayak izi” diye bir şeyi de biliyoruz, faaliyetlerimizle dünyaya verdiğimiz zararın ölçüsü en basit anlamda. Ve dünyadaki karbon ayak izinin yüzde 8’i gıda atığı kaynaklı. Sayılarla devam edersek, her üç gıdadan biri çöpe atılıyor; yılda 1,3 milyar ton. Açlıkla mücadele eden insan sayısı ise 821 milyon. Özetle bu dünyanın en büyük dertlerinden ikisi; atık yönetimi ve açlık birbirine çare olabilecek nitelikte. Ama bunun için ciddi bir çaba, emek, bütçe, organizasyon gerekiyor. Faaliyetleriyle yeni tanışmakta olduğum Gıda Kurtarma Derneği (https://gktd.org/) gibi elini taşın altına koyan sivil toplum kuruluşlarına kulak vererek, onları destekleyerek başlayabiliriz işe.
Dernek 2017’de kurulmuş ve şu anda 1 milyonun üzerinde ihtiyaç sahibi insana düzenli olarak fazla gıdaları (marketlerden, işletmelerden toplayarak) ulaştırıyor. Dernek Başkanı Berat İnci’nin
Nasıl korkunç şeylerin “normalleştiği”, ne acayip ne vahşi, ne ürkütücü zamanlar yaşıyoruz. Bir anda alevleniveren şiddetli kavgalar, birbirlerinin hiçbir farklılığına saygısı / tahammülü olmayan insanlar, sokak ortasında işlenen cinayetler; insan gerçekten evden çıkarken başına neler gelebileceğini tahmin edemiyor. Bir insan üç kişiyi güpegündüz, sokak ortasında, “bir anlık öfkeyle”, efendim “şekeri çıktığı, gözü karardığı için” öldürebiliyor mesela. Gerekçesi de var: Köpek besliyorlarmış. Bu hayvan düşmanlığı zaten giderek meşru bir kavga / cinayet sebebi olarak hayatımıza yerleşti. Genelde iş hayvancağızların öldürülmesiyle sonuçlanırdı, demek sıra insan öldürmeye de gelmiş.
İzmir Bayraklı ‘da meydana geliyor olay. 62 yaşındaki Ali İhsan K., komşusu Yahya Köşek (61) ve eşi Meryem Köşek (57) ile birkaç gün önce bahçelerinde besledikleri köpekler nedeniyle tartışıyor, “Torunlarım korkuyor parka giderken” gibi bir
“Tek kişilik oyun, oynaması izlemesinden daha cazip bir şey olsa gerek” cümlesini sıkça kuran bir tiyatro izleyicisiyim ben. Eğer çok özel bir performans değilse karşınızdaki, sizi koltuğunuzdan sahneye bağlaması çok kolay olmuyor. Ama bazen de bir oyun izliyorsunuz, bütün o iddialarınızı alıp götürüyor, 70 - 80 dakika gibi bir sürenin nasıl geçtiğini anlamadığınız gibi “bir bu kadar daha izlerdim” diyerek çıkıyorsunuz. “Bir Yıldız Batıyor” (3Kulak Yapım) benim için - ve salonun kahkahadan kırılmasından anlaşıldığı üzere izleyen herkes için - böyle oldu.
Sahnede Nazmi Sinan Mıhçı, Türkiye’de oyuncu olmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlatıyor. Çıkış noktası kendi yaşadıkları. 1978 Elbistan doğumlu, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okumuş, oyunculuğa İÜ’nün meşhur Öğrenci Kültür Merkezi’nde başlamış Mıhçı. Oyunda o yılları oyuncu olma yolundaki çabalamaları ile hüsranla sonuçlanan aşk hikâyelerini iç içe
Olması gereken olunca, mesela şikâyet edilen bir tacizci ceza alınca insanın içi bir umutla doluyor. Dün Milliyet’te Elif Altın’ın haberini okurken olduğu gibi. Demek olabiliyor.
Bu arada önce şunu söylemek isterim: Aslında haber değeri bile olmaması gereken bir olay bu. İstanbul’da bir otobüste, E.K. isimli bir kadının yanına M.Ş. isimli bir adam oturuyor, birkaç kez kadının bacağına dokunuyor, tabii ki kadınların çok iyi anlayacağı şekilde E.K. “Sarsıntıdan olsa gerek, şimdi kimseyi haksız yere suçlamış olmayayım” diye geçiriyor içinden. Yine kadınların çok iyi anlayacağı gibi aslında hata olmaz orada, birinin size yanlışlıkla değmesiyle kasten dokunması arasındaki farkı hissedersiniz.
Neyse en nihayetinde bacağını tutup sıkınca “Ne yapıyorsun” diye bağırıyor, adam hızla kalkıp otobüsten iniyor. Buraya kadarı için “haber değeri yok” dediğimi düşünenler de haklı, bunu yaşamayan kadın yok. Fakat aslında bundan sonra “olması gerekenler” oluyor ve maalesef bu da bize “sıra dışı” geliyor. Bir, E.K. konunun peşini
Bir süredir kurmacalardan çok daha etkileyici, çok daha şaşırtıcı belgesellere rastlıyorum. Hayat aslında ne kadar zengin, ne kadar güçlü insan hikâyeleri çıkarıyor karşınıza. 25. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde de uzun süre aklımdan çıkmayacak olan Nermin’i tanıdım, “Acı ve Tatlı” adlı belgesel sayesinde. Nermin Başak, 1963 yılında işçi olarak Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş bir kadın. Biz filmlerde daha çok arkasında ailesini bırakarak Almanya’ya gidip orada da ikinci bir aile kuran erkeklerin hikâyelerini izledik ama Nermin üç kızına bir gelecek kurabilmek için onları babalarına emanet edip giden bir kadın. Tabii ki kısa zaman içinde kızlarını yanına almak, mümkünse müzisyen olan kocasını da onlarla gelmeye ikna ederek aileyi yeniden toplamak niyetiyle. Gözü karalığına hayran olduğumuz bu kadın, vagonlar dolusu kadınla birlikte, evinden, yurdundan kopuyor, İstanbul’dan Münih’e gidiyor. Fabrikalarda terzi, restoranlarda aşçı olarak
Her film festivalinin, ardında farklı heyecanlar ve yeni keşiflerin yanı sıra “Gene kadınlar ne kadar azdı perdede” hissi bıraktığı ülkemizde 25 yıl boyunca bir “kadın filmleri festivali” düzenlemek ne kadar önemli ve değerli bir şey, 25. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde geçirdiğim dört günün sonunda ilk kurmam gereken cümle bu. Nil Kural’ın program direktörlüğünü üstlendiği, dünyanın dört bir yanından 60’tan fazla kadın sinemacının çektiği son derece sağlam filmlerden oluşan bir seçkiyle karşılaştığımız, her günü dört filmle doldursak aklımızın diğer salonda kaldığı bir festivalden söz ediyorum. Konu çeşitliliğinin, bakış ve sinema dili farklılığının yarattığı zenginliği anlatamam.
“Kadınların mirasından güç alan” festivaldeki bölümleri biraz sıralarsak; “Her Biri Ayrı Renk” başlıklı yarışmada dokuz film FIPRESCI ödülü için yarışıyor. “Pembesiz Mavisiz” seçkisinde LGBTİ+ konusuna eğilen filmler var,
Uzun zamandır bir albüm için yapmadığım şeyi yaptım, onu dinlemeyi erteledim. Tadını çıkarabileceğim rahat bir ana. Öyle bir yerden bir yere koştururken, kulaklıkla olsun istemedim “Elli Buçuk” ile tanışmam. On iki yıl aradan sonra gelen yepyeni Ortaçgil şarkıları daha özel bir buluşmayı hak ediyordu. Çok da haklıymışım. “Günaydın’la başladık yeni bir güne” diyen o çok tanıdık ve ısrarla hep genç ses (50. sanat yılında hem de) odayı doldurduğundan beri ayrılamıyoruz. Hatta sevgili dostum Naim Dilmener’in Twitter hesabından taşan coşkulu cümlesini ‘çalarak’ söylersem; “Bülent Ortaçgil’in son albümü Elli Buçuk’u dinliyorum, öyleyse VARIM.” Bu coşku abartılı gelmesin; güzel ve nadir bulunan bir şey, müziğini, sözünü severek, inanarak dinlediğin birinin 50 yılda seni hayal kırıklığına uğratmaması.
Ada Müzik etiketli “Elli Buçuk”, iki bölümden oluşuyor. İlkinde, yani “Elli”de, hayatının 50 yılını müzikle paylaşan
Artık taksi bağlantılı herhangi bir olaya şaşırmama kararı alalı epey olmuştu. Şunu kabullenmiştim: Bu araç, canı istediği zaman istediği kişiyi alıp tabii ki yine kendi istediği yere götürmeye yarıyordu. Otostopun paralısı gibi düşünün. Ve tabii ki aldığı paradan da memnun olmayanı. Eğer bir taksiye kabul edilecek kadar şanslıysanız yolculuğunuz boyunca terapist görevi üstlenmek zorundasınız, çünkü bu hayat bir tek taksicilere pahalı ve zor. (Pardon bir de ev sahiplerine). Onlar söylenecek, siz dinleyeceksiniz ve şükredeceksiniz; kalmadınız yolda. “Şükretme” kısmı abartılı gelmesin, bir şoför arkadaşın bana önerisidir; beni saat 18.00’de makamına kabul ettiği için şükretmem.
Neyse, son zamlardan sonra biraz daha kolaylaşmıştı kabul işlemleri derken, iki hafta sonudur fantastik deneyimler yaşamaya ve duymaya başladım. Lafı dolandırmadan söylersek; özellikle hafta sonları gece hiçbir durakta ve uygulamada taksi bulunmuyor. Durakta telefonu açan bıkkın kişinin konuyla ilgili yorumu; “Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum”. “Bi