Kadınların giyiminin kuşamının herkesi ilgilendirmesi, durmadan bunun toplum değerleriyle, ülke gerçekleriyle, halkın hassasiyetleriyle, şununla bununla bağlantısının kurulması temelden karşı çıkılması gereken bir mesele. Kendi giysisini tayin etmenin herkes için son derece kişisel bir hak ve özgürlük olması bir yana, zaten objektif bir ölçüsü de yok konunun. Birisine dekolte fazla derin geliyor, öteki şortu ayıp buluyor, birinin omuzla derdi var, bir diğeri başın kapatılmasına karşı. Farkındaysanız hepsi sadece kadınlara dair rahatsızlıklar. Erkeklerin çıplaklığı, giyinikliği tamamen kendi paşa gönüllerini ilgilendiriyor, kadınlarınki kamuya mal olmuş bir mesele.
Tam da bu yüzden, bir kadının giyimi konusunda fikir beyan edenin başka bir kadın olmasını anlayamıyorum. Misal son dönemde konuşmalara doymadığımız, Gülşen’in kendisine inanılmaz yakışan sahne kostümleri, evet 40 küsür yaşında sahip olduğu vücut, başarılı dansları, şovları, tavizsiz tavrı birdenbire aynı meslekten kadınların hedefine oturunca şaşkınlık içinde kalıyorum. Daha önce Işın
İnsan bir zamanlar kendi hayatına bir sebepten damga vurmuş filmler eskimez sanıyor. Mesela Stephen Frears’ın yönettiği “High Fidelity”, afişinden hayattaki her şeyi ‘Top 5’ listeleri şeklinde algılayan sinir bozucu karakteri Rob’a kadar öyle canlı ki kafamda, 2000 yapımı olduğuna inanasım gelmedi. “High Fidelity” müzik sistemlerinde yüksek kalite standardını ifade eden bir terim, aşina olduğumuz kısaltmasıyla ‘hi-fi’dan geliyor filmin ve uyarlandığı Nick Hornby romanının ismi. Türkçede “Yüksek Sadakat” olabilirdi, romanı “Ölümüne Sadakat” olarak çevrildi ama biz bir sebepten “Sensiz Olmaz” adıyla izlemiştik sinemalarda. Bu arada o zamanlar John Cusack etkisinden olsa gerek, Rob’ı sinir bozucu da bulmamıştım oysa şimdi bakınca 30’lu yaşlarının bir yerinde, kızlara karışık kasetler doldurarak ‘duygularını’ ifade eden, sürekli aşkta hüsran yaşadığına inanıp kendine acıyan, aslında ne istediğini pek de bilmeyen maymun iştahlı bir arkadaş kendisi. Son giden sevgilisi Laura’nın arkasından
İstiklal Caddesi’ndeki Pandora Kitabevi kapandı. Biliyorduk, bekliyorduk ama kapılar gerçekten kapanana kadar bir şey olur diye umut ediyor insan. Dile kolay, 1991’den beri orada. Ne dönemler geçirdi, geçirdik beraber. Ortaokulu - liseyi Beyoğlu’nun göbeğinde okumuş biri olarak İstiklal Caddesi bana evim gibi gelirdi, sineması, kafesi, kitapçısı, kasetçisi de evin odaları. Pandora en ‘şık’larından biriydi, biraz çekinerek adım attığımız, fazla gürültü etmeden raflar arasında dolaştığımız, en bulunmaz sandığımız kitabı bulduğumuz. Yurt dışında birçok büyük şehirde ‘rehber’lerde yer alan, her gittiğinizde son bıraktığınız yerde bulduğunuz mücevher gibi kitapçılar vardır ya, onlar gibiydi Pandora da. Hoş oralarda rahat 70 seneyi, 100 seneyi deviriyorlar, yıllandıkça değerleniyorlar, bizimki 30 yaşını zor tamamladı. Kimsenin ‘neden?’ diye soracağını sanmıyorum ama şube sorumlusu Ozan Kocatürk’ün açıklamaları var; ‘yükselen maliyetler, fırlayan kiralar, İstiklal Caddesi’nin değişen
Dilimizde ‘kadın eli değmiş’ diye bir tabir var ve genel olarak bir düzen, tertip kastediliyor kullanılırken. Hani muhabbet, neşe, huzur değil de temizlik. Nasıl ‘bekar evi’ deyince dağınık ve görece pis bir ev ve tabii ki bekar erkek kastediliyorsa, ‘kadın eli değen’ eve de bir ‘vileda’ ışıltısı geliveriyor adeta. Övgü mü yergi mi belli değil.
Benim bahsedeceğim ‘kadın eli’ ise Kaz Dağları’nın Batı ucunda, Ayvacık ilçesine bağlı, zeytinler, çamlar arasından kıvrıla kıvrıla ulaştığın Ahmetçe Köyü’ne değmiş ve değdiği yerde bir değişim başlatmış, oraya ruh getirmiş bir el. Mücevher tasarımcısı Dilara Karabay, 2005 yılında tamamen tesadüf eseri aldığı bu araziye bir arkadaşına verdiği 50. yaş partisi için gelmiş ve bir daha dönmemiş. Hayatta en sevdiği ve iyi bildiği şeylerden biri misafir ağırlamak olduğu için de bir butik otel açmayı düşünmüş. İsmini yeniden doğuşu simgeleyen zümrüdü anka kuşundan alan sekiz odalı (odaların her biri Simurg efsanesindeki kuşların adını taşıyor) Simurg Inn,
Sanırım meslek hayatımın en büyük mutluluklarından biriydi. Yıllardır medyadan uzak durmayı tercih eden İlhan İrem, 40. sanat yılında sorularımı cevaplamayı kabul etmişti. Yazılı olarak. Hakkında çizilen “münzevi” portreden ötürü korka korka aradığımı, bana son derece nazik davrandığını hatırlıyorum. Onu izleyen her iletişimimizde de o düşünceli tavrından etkilenmiş, çocukluğumun, genç kızlığımın duygu ve düşünce tercümanını uzaktan da olsa tanımaktan hayal kırıklığına uğramadığım için şanslı hissetmiştim kendimi.
Bir ay süre istedi benden cevaplar için, tam söylediği zamanda tamamladı, sonuç dediğim gibi beni en mutlu eden röportajlarımdan biri oldu. 21 Eylül 2013 tarihli 40. yıl konseri de en unutamadığım anılarımdan biri. “Aşk Daima” idi konserin başlığı, onun bana aşkla ilgili söyledikleri ise yürek burkucu: “Sadece şarkılarda ve yüreği ötelerde atan insanların ruhlarında yaşıyor artık aşk. Üzerinde yaşayanların cehenneme çevirdiği bu dünyayı çoktan bırakıp gitti. Aşk dünyayı terk
Yalan denen şeyin beyazı, pembesi falan olduğuna ne zaman karar verdik, acaba? Beyaz yalan masum, neredeyse makbul bir şey. Sözlükteki karşılığına bakarsak, “Karşımızdakini üzmemek için söylenen, masum yalan” gibi bir şeyle karşılaşıyoruz. Basbayağı iyi niyetli, neredeyse fedakârca bir seçim. Karşındaki üzülmesin diye sen yalancı konumuna düşüyorsun, hiç istemeden de olsa.
Pembe yalan, sanırım daha sonra girdi hayatımıza ve biraz daha ‘romantik’ anlamlar taşıyor. İlişkiyi ilgilendiriyor, sevgiliye söyleniyor. İşte eski sevgilinizi hiç düşünmediğinizi, hayatta en çok onu sevdiğinizi, tabii ki arkadaşlarınızla çıktığınız şahane tatilin onsuz hiç tadı olmadığını hatta hayatta her şeyin onsuz yavan, eksik, vs. olduğunu söylüyorsunuz ya, onlar da pembe yalan. Tabii ki üzmemek için, aman aman bir tatsızlık çıkmasın diye.
Herhalde bir de ‘siyah’ yalan olmalı ve amacı birilerine zarar vermek, kasten üzmek, mutsuz etmek olmalı, ama ben hiç onu söyleyeni tanımadım. Hepimiz pembe beyaz yalanlar arasında
10 yaşlarındaki Elif teybe bir Ferdi Özbeğen kaseti koyup play’e basarken, “Hani büklüm büklüm boynunda” diyen ses odaya yayılırken, iki cümlede bir durdurup kargacık burgacık harflerle şarkının sözlerini yazarken, kaçırdığı yeri başa alıp tekrar çalarken kendi çocukluğum geldi gözümün önüne. Aynı böyle bir şarkıya kafayı takıp defalarca dinleyen, sözleri ‘şiir defterleri’ne yazan, ezberleyip söyleyen, üstelik Ferdi Özbeğen’i de çok seven bir çocuktum. Beyoğlu’nda bir sinemada Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı “Tanrıya Feryat” filmine götürülmüş, kendisini orada keşfetmiş ve bir daha hiç vazgeçmemiştim. ‘80’li yıllar. Filmdeki gibi.
Sonra aynı bu filmdeki kız gibi kokulu silgim vardı, burnumdan eksik etmediğim, tırnağımla düzeltip defter arasında sakladığım renkli çikolata yaldızlarım, pencereden bayrak törenini izlediğim ilkokul bahçesi ve perdeye dolanarak eğlenme huyum. Beraberinde annemden yediğim “koparacaksın kızım” azarı.
Bi
Filmlerine hayranlık duyduğumuz bir yönetmen, kitaplarına bayıldığımız bir yazar hakkında intihal, istismar, taciz, tecavüz iddiaları ortaya her çıktığında böyle oluyor. Hemen o iddianın sahibine ve onun sesini duyurmasını sağlayanlara dönüyor oklar. Neden izin verdiniz, neden sustunuz, neden şimdi, neden o zaman değil, duruma göre “Neden öldükten sonra?” Anlıyorum, büyük bir hayal kırıklığı insanın yapıtlarına saygı duyduğu bir sanatçıyla ilgili böyle şeyler öğrenmesi ama asıl mağdur tarafı bir kez daha mağdur ederek olanlar olmamış sayılamıyor ki. O istismar hikâyelerindeki “güçlü” tarafı bu kadar gönülden anlamaya çalışırken bir kadının böyle durumlarda neden sustuğu sorusunu da kendiliğinden cevaplamış oluyorsunuz aslında.
Abbas Kiarostami hakkında Mania Akbari -ve kızı Amina Maher- tarafından kaleme alınan mektuplar da tam bu etkiyi yarattı geçen ay. Kiarostami’nin yönettiği 2002 yapımı “10”un oyuncusu olarak bilinen, şu anda tanınmış bir yönetmen olan Akbari, o filmin bütün