“100 sene önce buralarda yaşamış ressam Mihri’yi tanıyor musunuz?” Pek az soru -ve cevabı- bu kadar hazindir herhalde. Çünkü hiçbir yerde cevap “Evet” değil. Ne doğduğu şehir İstanbul’da, ne hayatının önemli durakları Roma, Paris, New York’ta. Ne tekrar İstanbul’a döndüğünde yaşadığı Bomonti Arpa Suyu Sokak’ta. “Kim Mihri?” cevapsız bir soru olarak asılı kalıyor havada. İlk belgeseline bu adı veren yönetmen Berna Gençalp ise yılmadan sormaya, Mihri’nin 1900’lerin başında adımladığı kaldırımlarda izini sürmeye, yaşadığı evlerin kapısını çalmaya, onunla ilgili bulacağı ufacık bir belge için kilometrelerce yol tepmeye devam ediyor.
Yapımcılığını Berat İlk, Yonca Ertürk ve Berna Gençalp’in üstlendiği “Kim Mihri”, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk kez seyirciyle buluştu ve En İyi Belgesel Film Ödülü’nü kazandı. Ceylan Özgün Özçelik, Elif Ergezen ve Hilmi Etikan’dan oluşan jüri “Bir ahenk içinde kadınlar
59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na Emin Alper’in “Kurak Günler”i dokuz ödülle damgasını vururken En İyi Film Ödülü Özcan Alper’in “Karanlık Gece”sinin oldu.
Türkiye’de ilk kez seyirciyle buluşan 10 ulusal yarışma filmi, belgeselleri, kısa filmleri, uluslararası yarışması, bol sinema sohbetiyle 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni tamamladık. Hem jürinin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışma’sındaki şaşırtıcı kararları hem her çıkan sanatçının yaptığı çarpıcı konuşmalarla bu Altın Portakal şimdiden unutulmazlar arasında yerini aldı.
Bu her zaman böyle aslında, sizin kafanızdaki en iyilerle jürininkiler uyuşmayabiliyor, yarışma dediğin şeyin doğası bu. Fakat bu sefer jürinin de kendi içinde epey uyuşmazlık yaşadığını tahmin edebileceğimiz bir tabloyla karşı karşıya kaldık: Emin Alper’in “yarışmaya damgasını vurdu” diyebileceğimiz “Kurak Günler”i En İyi Erkek Oyuncu (Selahattin Paşalı), En İyi Yönetmen, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erol
59.Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Yarışma’nın üçüncü günü, nadir rastlanır bir fikir-duygu ortaklığıyla sona erdi. Emin Alper’in prömiyerini Cannes’da yapan “Kurak Günler”i gösterildi ve çıkanlarda bir “Dünya varmış” hissi bıraktı. Benim gördüklerim, konuştuklarım, yorumlarını okuduklarımda, en azından -ki hiç de her konuda aynı fikirde olan insanlar değiller- ilk tepki farklı derecelerde “Sevdim”, sonrasında varsa “Şöyle sorunlar olsa da…” Fazla ipucu vermeden filmin konusundan söz edersek; Yanıklar kasabasına tam yerel seçim öncesi Emre adlı bir savcı atanıyor; görev aşkıyla dolu ve doğru davranmanın, adil olmanın, ahlaklı olmanın önemine inanacak kadar genç. Kendisinden önceki savcı tam da belediyeyle ilgili bir soruşturmanın ortasındayken ‘sebepsizce’ gidivermiş. Emre de en büyük derdi kuraklık gibi görünen kasabada görevini taraf olmadan, hakkıyla yapmaya çalışırken kendisini hızla belediye başkanı Selim, oğlu avukat
59.Antalya Altın Portakal Film Festivali başladı. Meşhur kortejiyle, ulusal ve uluslararası yarışmalarıyla, Altın Portakal Sinema Okulu kapsamındaki dersleri ve söyleşileriyle, Yeşilçam’ın ustalarıyla genç kuşak sinemacıları buluşturan yapısıyla heyecanlı bir hafta vadediyor Antalyalılara ve konuklara.
Bu sene afişinde Filiz Akın ile Ediz Hun’un 1970 yapımı “Ankara Ekspresi” filminden bir kare var. (Esat Mahmut Karakurt’un romanından uyarlanan, Muzaffer Arslan’ın yönettiği film 1971’de beş dalda Altın Portakal kazanmış, En İyi Film Ödülü’nü alan ilk renkli film olma özelliğine sahip). Roman uyarlaması demişken, sözü festivalin heyecan verici iki yeniliğinden ilkine getirmek istiyorum: “Türkiye sinemasına güçlü senaryolar kazandırmak” amacıyla düzenlenen Edebiyat Uyarlaması Senaryo Yarışması. Türkiye’de ilk kez düzenlenen bir yarışma. Açılış gecesi sonuçlar açıklandı, ödüller sahiplerini buldu. Yarışmaya 77 eser başvurmuş, Cem Erciyes, Doğu Yücel, Burak Göral’dan oluşan ön
Bir ülkede sanata dair etkinliklerin, festivallerin, dergilerin düzenli hâle gelip uzun yıllar devam etmesi hiç azımsanacak bir şey değil. Birincisi, hayatlarımıza gerçekten kalıcı değer, anlam katan başka neden söz edebiliriz bilmiyorum. İkincisi, herhangi bir kriz anında bu kadar kolay vazgeçilen başka neden söz edebiliriz, onu da bilmiyorum. Saymaya gerek var mı; herhangi bir felaket anında ilk konserler, oyunlar, gösteriler iptal edilir bizde. Pandemi olur, ekonomi bozulur, fiyatlar artar; dergiler, salonlar kapanır, insanlar sinemaya, tiyatroya gitmez, dergi, kitap almaz olur, ilk sanattan vazgeçilir. Kattığı değer ile gördüğü değer arasında bu kadar ters orantı bulunan başka ne var?
Bütün bu koşullarda yaşamaya -yaşatılmaya devam edenlerin de kıymeti büyük elbette. Burada öncelikle 29 Eylül 1972 doğumlu dergimizin, Milliyet Sanat’ın yeni yaşını kutlamak isterim. Bugüne bugün 50 yaşında ve bu 50 yılın 17’sini beraber geçirmiş olmak benim için de bir gurur vesilesi.
Bir diğer kutlanası kurum da dergimizin yaşıtı İKSV ve onun 21 yılı deviren
Kadın olmanın dünyanın pek çok yerinde bitmeyen bir mücadele demek olması insanı isyan ettiren bir gerçek. Ne giyeceğine, ne diyeceğine, nasıl yürüyüp nasıl gülüp (ya da tercihen gülmeyip) nasıl yaşayacağına birileri karar vermiş, senden de bu çok önceden yerleştirilmiş taşlara basarak yürümen bekleniyor. Çıkmayacaksın sana verilen rotadan. Özellikle belli bir coğrafyada. Başına takmak zorunda olduğun başörtüsünün bile bir bağlanma biçimi var, onun ucundan görünen saçların senin ölüm sebebin olabiliyor. 22 yaşında hayat dolu bir genç kadın olarak önünde koca bir hayat varken şimdi neredeyse bütün dünyada isyanın sembolüne dönüşen Mahsa Amini gibi.
Mahsa Amini 13 Eylül’de İran’ın başkenti Tahran’da başörtüsü denetimi yapan ahlak polisi tarafından “uygun olmayan başörtüsü” gerekçesiyle gözaltına alındı ve üç gün sonra öldü. Genç, sağlıklı bir kadındı, iddia edildiği gibi bir anda kalp
2016 yılında yazdığım bir yazıda “Madem erkek yazar ve yönetmenler daha çok hemcinslerini yazıp anlatabiliyor, filmlerine iliştirdikleri kadın karakterler de ‘olmasaydı daha iyiydi’ dedirtiyor, bize kadın senarist ve yönetmenler lazım” gibi bir ifade kullanarak yeni üç filmden ve onların yönetmenlerinden söz etmişim. “Ana Yurdu” (Senem Tüzen), “Toz Bezi” (Ahu Öztürk) ve “Kasap Havası” (Çiğdem Sezgin).
Başrolleri Şenay Gürler ile İnanç Konukçu’nun paylaştığı “Kasap Havası” terzi Leyla’nın kendisinden hayli genç taksici Ahmet ile yaşadığı, o dar çevrede hayat hakkı tanınması zor aşk çerçevesinde bir kadının erkek egemen toplumun yargıları, kuralları, dayatmaları karşısındaki sıkışmışlığını anlatıyordu. Sadece odağında kadın olan hikâye değil belli bir yaş üstü kadın karakter de sinemamızda nadir bulunan bir şey olduğu için ayrı bir yeri vardır “Kasap Havası”nın bende. Bu nedenle de Çiğdem Sezgin’in yeni filmi “Suna”yı merakla
Logosu için ilhamını buraların meşhur poyrazından, denizdeki dalgasından ve tarihi dokusundan alan film festivali için bir kez daha Ayvalık’a gelmişken ne şahane bir coğrafyada yaşadığımızı düşünüyorum bir yandan. Denizini, dağını, doğasını, insanın kıyıcılığına rağmen yok olmamış zeytinini, çamını bir yana bıraksak her adım başı kendini hissettiren kültürel zenginliği, çeşitliliği, bin bir tane rengi var. Uluslararası Ayvalık Film Festivali, bu sene ilk defa 2022 şubat ayında kurulan Seyir Derneği tarafından düzenleniyor. Derneğin yönetim kurulu başkanı, yıllarca İstanbul Film Festivali’nin direktörlüğünü üstlenen, ortak yapım platformu Köprüde Buluşmalar’ı kuran, 2018 yılından beri de kurucu direktör olarak Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’ni yürüten Azize Tan. Bu yıl kendi kanatlarıyla (elbette ekip arkadaşlarının da kanatları ve Ayvalık Belediyesi’nin, halkının, esnafının rüzgârıyla) uçmak üzere Seyir Derneği’ni ve onun ilk icraatı olarak da Uluslararası Ayvalık Film Festivali’ni hayata