Ayakta tutmaya çalıştığı bir tiyatrosu, kapısına kilit vurmamak için direndiği bir mekânı olan bir tiyatrocu; Lale (Laçin Ceylan). Bir yandan oyun sahneler – oynarken bir yandan da oyuncu adaylarıyla çalıştığı bir kursu var. Öğrencilerin rüyalarını sansürsüzce anlattığı, Lale’nin onların içindeki yaratıcı sesi ortaya çıkartmaya çalıştığı bir kurs. Aylin (Manolya Maya) ile Frida (Şenay Aydın) da bu kursun iki öğrencisi, üç kadının yolu burada kesişiyor.
Belmin Söylemez’in “Şimdiki Zaman”dan 10 yıl aradan sonra gelen ikinci uzun metraj filmi “Ayna Ayna”, bu yıl Altın Portakal’da seyirciyle buluştu, Jüri Özel Ödülü’nü ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü (Laçin Ceylan) aldı. Sadece filmin özetinden bile anlaşılacağı gibi filmin üç ana karakterinden biri olan Lale’yi oynuyor Laçin Ceylan ve Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü bu nedenle anlamak mümkün değil. Belki kadın rolü kıtlığında üç ana karakteri de
Salona girdik, yerimize oturduk, salon dolu, sahnedeki ekrandan bir göz bize bakmakta. Aşağıya, yukarıya, sağa sola, dört dönüyor, bizi gözetliyor. “Büyük Birader’in Gözü Üstümüzde” evet. Birazdan dumanlar arasında “1984”ün distopik dünyasına giriş yapacağız. Orwell’in 1949 yılında yayımlanan, lanet olsun ki hiç eskimeyen, 70 küsur yıllık hayranlık veren bir öngörünün ürünü olan romanının dünyasına: “Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya”. Hakkında yazılan yazılarda “Roman distopik bir dünyada geçer” cümlesini her gördüğünde ürperiyor insan.
Murat Daltaban rejisi
George Orwell’in klasik romanı “1984”, güncelliğini hiç kaybetmediği gibi muhtelif uyarlamalarıyla her zaman sahnelerin de gözdelerinden oldu-oluyor. Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nda Murat Daltaban tarafından Robert Icke ve Duncan
Şu konuda hiç şüphem yok: Bir köpeği kürekle kafasına vurarak veya zehirleyerek veya çekip vurarak veya bıçaklayarak veya aklımıza gelmeyen herhangi bir başka yolla öldürebilen bir insanın aynı şekilde bir insanı öldürmemesi için hiçbir sebep yoktur. Hatta ikincisi daha da mümkündür çünkü bir insan size bilinçli olarak zarar verebilir, kötülük edebilir, çıkarınıza ters düşecek bir şey yapabilir. Kendisine hiç zararı dokunmamış, ağzı var dili yok bir canlıyı öldürebilen onu rahat rahat öldürür. Yapmıyorsa – yapamıyorsa olsa olsa hapse gireceğinden, ceza alacağından korkusundandır. Bunun için önemlidir, bir cana kıymanın ağır bir cezasının olması. Köpeğinki de kedininki de fokunki de filinki de candır. Kastedenler en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Bunları tekrar tekrar söylemek bile tuhafken bir yandan da etrafta hayvanlara karşı sürekli artan bir şiddet dozuyla karşı karşıyayız. Hayvanların ‘tehlikeli olduğundan’ söz edenlere hatırlatmak isterim: Denizdeki caretta
Her gün bir başka sebeple korkuya kapıldığımız, gelecek endişelerine boğulduğumuz bir dönemden -hem de uzunca bir süredir- geçmekteyken, insanın değiştirme, dönüştürme, kendi yaşamına yön verme gücüne dair bir film izlemek iyi geliyor insana. Bedriye Berber Engin’in kaderini değiştirdiği köyün hikâyesini anlatan 10 dakikalık “Bir Başka Köy” (Yönetmen: Sevde Tunç) böyle mesela. Bilecik’in Kurşunlu köyünden Bedriye Hanım, ismi çeşitli vesilelerle duyulmuş biri. 10 yılda 3000 kitap okuduğu için, çocukken hikâye kitaplarının içine girerek hayal kurduğu için, bu hayalleri bir bir gerçek kıldığı, kendisiyle beraber köyündeki diğer kadınlara da bir gelecek kurguladığı için. Gerçekten güçlü ve hayranlık uyandıran bir karakter.
Hayatı boyunca o köyde yaşamış, annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, okuma yazmayla beraber kendisine annesizliğini, yalnızlığını unutturacak bir hayal dünyasına adım atmış. Evlenirken tek derdi kitap okumaya fırsat bulup
Baktığımız – gördüğümüz - izlediğimiz şeyi gözümüzle arasına cep telefonu ekranı koymadan algılamakta gittikçe daha fazla zorlanır olduk. Güzel bir manzara gördük, denize baktık, pencerede çiçek açtı, masaya kuş kondu, takipçilerimize göstermeden içimize sinmiyor. Dünya çıplak gözle pek tatsız.
İş tabii giderek gittiğimiz etkinliklere de sıçradı. Konserleri her birimiz önümüzdekinin cep telefonu ekranından izliyoruz epeydir. Mümkünse kendimizi de sokuşturuyoruz artık kareye. “Ben konser izlerken, sevdiğim şarkıya eşlik ederken, olduğum yerde sallanırken”. Arkamızdaki – sağımızdaki solumuzdaki kişinin bilet alıp geldiği performansı içinde bizim suretimizle izlemek isteyip istemediğini sormuyoruz tabii kendimize. Olay tamamen bizimle bizim görülme isteğimiz arasında.
Tiyatrolarda biraz daha farklıydı işler. Neticede orada karşımızda dikkatini dağıtmamamız gereken canlı insanlar var ya, cep telefonumuzu kapatmamız için yapılan anonsla başlıyor ya oyun, en azından çekeceksek de
Taksim’de The Marmara Oteli’nin önünde unutamadığım bir sahne izlemiştim yıllar önce. Bir araba gelip otelin girişinde durmuştu. İçinden bir kadın ve bir adam inmişti, bağıra çağıra kavga etmeye başlamışlardı. Herkes durmuş, etraflarını sarmıştı. Bunun Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenen bir oyun olduğunu bilerek gelenler olduğu gibi yoldan geçenler de vardı izleyiciler arasında. Hatta gerçek bir kavga izlediğini düşünenler de. Hani karı koca kavgasıdır diye karışmayan ama izlemekten de kendini alıkoyamayanlar. Bir tek müdahale eden oldu o gün oyuna: The Marmara’nın paspasını mesken tutmuş olan sokak kuçusu. Erkeğin kadına bağırması hatta kolundan tutup çekiştirmesi karşısında yerinden fırladığı gibi adamın paçasına yapıştı. Unutulmaz bir andı gerçekten. Yıl 2002 imiş, kadın Derya Alabora, erkek Şerif Erol.
Naz Erayda’nın sahnelediği “Yine Ne Oldu?” altı oyuncunun ikililer halinde şehrin farklı meydanlarında arabadan inip kavgaya tutuşması üzerine kurulu bir performanstı. Alabora ve Erol dışındaki oyuncular Ülkü Duru, Özden
Hiç sokakta birinin taciz edildiğine şahit oldunuz mu? Bir kadının yanından geçerken korna çalıp yavaşlayan bir araba gördünüz mü örneğin? Adımlarını önünde yürüyen kadının hızına göre ayarlayıp onu takip eden bir adam? Kadının yanından geçerken ıslık çalan, ağzının içinden homurdanarak ya da açıktan açığa laf atan biri? İlk soruya “şahit olmadım” diye cevap verseniz de bunlardan biri mutlaka sizin gözünüzün önünde gerçekleşmiştir, belki dikkatinizi bile çekmemiştir. Hayatında sokakta hiç tacize uğramadığını söyleyen kadın oranı yüzde 20 zira. O zaman şahit oldunuz da ne yaptınız mesela… Sizin sorununuz olmadığını düşündünüz?
“Başka biri yardım eder nasıl olsa” dediniz ve adımlarınızı hızlandırdınız? “Belki bana öyle geliyordur, şimdi yanlış anlamalara sebep olmayayım” dediniz? Büyük olasılıkla bu veya benzeri bir şey oldu ya da en basitinden nasıl müdahale edeceğinizi bilemediniz. Çünkü bu tacize uğrayan kadınlardan
O kadar tanıdık geldi ki başlıktaki cümle duyduğum anda. Ergenlik çağının isyanıyla söylendiğini hayal edin, eminim sizin de kulağınıza gelecek. “Öff, konuşmak da mı kabahat, gülmek de mi kabahat, o da mı kabahat, bu da mı kabahat?” Ve kabahattir genelde. Birileri öyle olduğuna karar vermiştir zamanında, öyle gelmiş böyle gitmektedir. Tabii ki neden diye sorgulamak da kabahattir.
Bu cümleyi Altın Koza’da aldığı Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü’nü sonuna kadar hak eden Mina Demirtaş’ın şahane bir şekilde canlandırdığı Reyhan’ın ağzından duyuyoruz
Filmin adı “Kabahat”. Daha önce ödüllü belgesellere imza atan Ümran Safter’in ilk kurmaca filmi. Aslında hikâye için kendi hayatından esinlendiği için, filmin çoğunu kendi büyüdüğü köy evinde çektiği için ve anlattığı bu ülkede her kadının bildiği bir dünya olduğu için fazlasıyla gerçek bir “kurmaca”dan söz ediyoruz. 13 yaşındaki Reyhan’ın İstanbul’da