Hani mezarlık kapısına yazıldığında tartışmalara neden olan ve sıkça kullanıldığı halde özünden pay çıkartılma hususunda boş geçilen ‘Her canlı bir gün ölümü tadacaktır’ sözü var ya… İşte bu cümle her insanın ve dahi her işin yol haritası olmalı aslında! Neden derseniz… Zamanın boşa harcanması ve anlamsızlıklar üretmek, bu hakikati akıldan çıkartmamakla sağlanabilir büyük ölçüde de ondan. Ne var ki kolaycılıktan medet uman insanoğlu ölümün varlığını da, ‘son’ kavramını da düşünmekten hoşlanmaz. Dahası başkalarıyla ilgili olarak bunları dile getirirken, aynı akıbetin kendisi için de geçerli olduğunu hiç düşünmez. Oysa hayatın kanunu, her canlının bir gün ölümü tadacağı yani bu dünyadaki rolünü noktalayacağı, her başlangıcın bitişe varacağı üstüne yazılmıştır.
Nitekim bu kanun ekranda varlık bulan diziler için de geçerli. Dolayısıyla ‘Her dizi bir gün finali tadacaktır’ diyoruz. Ancak tıpkı insanların ölüm olgusunun varlığını kabullenemediği gibi dizicilikte de yola çıkılırken final durumu akla getirilmek istenmez pek. Bundan dolayı da planlı programlı hareket edilmeyerek yakalanan ekrana çıkma fırsatı boşa harcanır. Böylece zamansız ölümlerin acılığı misali hiçbir şeyi neticelendirmeden yaratılan erken finaller, dizi dünyasında sıkça yaşanır. Günden güne sıklaşan ve çoğunlukla hak etmeyenlerin başına gelen bu üzücü durumun izleyicide sebep olduğu hayal kırıklığı malumunuz. Bunun diziciler tarafından ne denli umursandığı bir yana, asıl üstünde durulması gereken konu böylesi erken finallerin dizicilik sektöründeki tehlikenin bir işareti olup olmadığı hususu! Yani bu sezon da tam gaz yaşanan kısa ömürlülükler diziciliğin ölüm sürecinin başladığına dair bir işaret mi?
Kimilerine göre gerek ödemeler açısından, gerekse süre uzunluğu yönünden sektördeki durum parlak değil. Bu mantık doğrultusunda bir süre sonra dış satışlar da düşebilir ve diziciliğimiz için ‘son’ gelebilir. Peki, böyle bir tehlike gerçekten var mı? Mevcut şartlarda ve düzende devam edildiği takdirde diziciliğin ölümüne yani batacağına kesin gözüyle bakabilir miyiz? Bana göre cevap, ‘Hayır’. Gelin bu ‘Hayır’ın nedenlerine birlikte bakalım şimdi.
DİZİCİLİK ÖLMEZ. ÇÜNKÜ…
Gerçek şu ki; Şimdiye dek diziciliğimizi eleştiren, keyfi finalleri kınayan pek çok yazım olmuştur. Özgün işler üretemeyişimizi, uyarlama merakımızı ve bu merakın uygulamadaki yetersizliklerini farklı işler üstünden ele almış, gereksiz ve izleyici sabrını sınayan uzatmaların yarattığı olumsuzluklara değinmişimdir. İlaveten dış satışların diziciliğimizin geleceği açısından yüzde yüz garanti olarak görülmemesi gerektiğini de vurgulamışımdır. Lakin tüm bunlar diziciliğimizin bu olumsuzluklardan dolayı öleceğine, batacağına inandığımı kesinlikle göstermez. Zira diziciliğimizi yaşatacak pek çok detay bulunmakta orta yerde. Bunları görmezden gelerek dizi sektörünün kaderini değerlendirmek yanlış neticede. Ayrıntıları kısaca sıralayacak olursak…
-Dizicilik ölmez. Çünkü toplumların günümüzdeki başlıca eğlencesi, kurgular. Yarışmaların, gündüz programlarının, reality show’ların içeriklerinin dahi kurgular çerçevesinde geliştiğini düşünürsek kurgularla iç içe olmanın hayatımızdaki önemi daha net çıkıyor ortaya. Daha açık şekilde ifade edecek olursak… Kurgular; olanca mantıksızlıklarına ve gerçek hayatla zıtlaşmalarına rağmen, insanlara yaşamın sorunlarının ötesinde bir zaman aralığı sunuyorlar. Böylece vazgeçilmeze dönüşüyorlar. Dolayısıyla bu vazgeçilmezlik olduğu sürece de, ister TV ekranından isterse internet ortamından diziler daima izlenecektir. Toplumsal talebi karşılamak için de yeni yeni işler yaratılacaktır.
-Erken finaller diziciliğin öleceğine işaret olamaz. Çünkü her biten dizinin yerine derhal bir yenisi devreye sokulmakta. Zaten bu olanak mevcut olduğu içindir ki, kanallar ‘Nasılsa yedeği var. Belki yeni gelen daha maddi avantaj sağlar’ düşüncesiyle hareket edip kolayca final yapabilmekte. Öte yandan belli bir süre ekranda kalıp noktalanan işlerin yerlerini başka yapımlara bırakmasının farklı kişilere ekmek kapısı sağlama gibi bir yönü olduğunu da unutmamak lazım. Yani uzun süre hep aynı kişilerin kazanmasındansa, sık sık yeni işler çekerek buralarda görev alacaklara da yaşam şansı tanınabiliyor. Gerçi yapım şirketleri kadrolaşma havası estirdiği için çalışılan isimler genelde aynı oluyor ama yine de arada başkalarına da ekmek çıkabiliyor. Anlayacağınız erken finaller, emeğe saygı yönünden hoşa gitmese de, dizi sektöründeki çarkların dönmesine engel değil. Aksine iş sirkülasyonunu ve üretkenliği hızlandırıcı kıvamında. Tabii bunun alışkanlık kazanması da yanlış.
-Dizi süreleri, diziciliğin devamlılığını etkileyen güçlü bir faktör olamaz. Çünkü her ne kadar tepki gösterilse, şikâyet edilse de sürelerin uzunluğu, şu an için değiştirilecek bir durum değil. Öncelikle kanallar Ana Haber sonrasını tek bir işle doldurmanın ve uzun süreli reklam almanın avantajını yakalıyor bu yolla. Yapımcı deseniz… Kanal isteği doğrultusunda hareket edeceği muhakkak. Hem kısa bölüm de çekse aynı kaşeyi ödeyecek başrollere. Hal böyleyken Brezilya yapımlarından boş konuşmalara alışkın izleyicinin de umursamadığı bu uygulamada tek alta gidenler arka planda çalışanlar olmakta. Onların da tepkisi önemsiz kalıyor, iş arayan eleman bolluğunda.
-Maddi darboğazların yaratacağı sıkıntı diziciliğin geleceğini kökten etkilemez. Çünkü durağan süreçler yeni atılımları doğurma gücünü de içinde barındırır. Bu durumun en güzel göstergesi, Yeşilçam döneminden günümüze, sinemacılığın geçirdiği evrede gözlemlenebilir. Kıt olanaklarla yaratılan filmler ve tiyatrocularla başlayan sinema yolculuğumuz, İkinci Dünya Savaşı sonrasında atağa kalkmış ve halkın en ucuzundan tek eğlencesi olan film üretimini artırmıştır. Ancak 70’li yılların başında TRT’nin televizyon yayınlarını devreye sokması bu gidişatı değiştirmiş ve evden bedavaya izlenen televizyon, sinemamızda kriz başlatmıştır. Sonra 80’li yıllara gelinmiş ve bu kez de video devreye girerek sinemanın krizini büyütmüştür. Ardından yabancı filmlerin çoğalması yerli sinemayı iyiden iyiye darboğaza sokmuştur. Lakin tüm bu gelişmeler kriz doğursa bile sinemacılığımız ölmemiştir. Dibe vuruşun ardından 90’lardan sonra durum değişmeye başlamış, olumsuzluktan olumlu işler yaratmaya yönelik bir düzen kurularak Türk sinemasının ayakta kalması, hatta uluslararası düzeyde ödüller alan filmlere imza atılması sağlanmıştır. Yani darboğazdan yeni bir gelişim doğmuştur. Aynı durum diziciliğimiz için de geçerli. Maddi problemler hâlihazırda sıkıntı doğursa bile bir şekilde aşılır.
SONUÇTA DİYECEĞİM O Kİ; İflas ilan etme modasının yaygınlaştığı, kimi durumlarda kriz bahanesiyle fırsatçılığa girişildiği günümüzde diziciliğin geleceğiyle ilgili abartılmış kötümserlik sergilemek gerçekçilik değil, yanlışa düşmektir.
Öte yandan dizi sektörünün bu mantıkla rehavete kapılması, özgünlükten iyice taviz vermesi, senaryoları kökten boşlaması ve izleyicinin aklını küçümsemesi de hata olur! Yanı sıra yenilik yaratmamak, sürekli aynı konular çevresinde dönüp durmak, aynı yüzlerle çalışmak, ücret hususunda birilerine hevenkle verirken diğerlerine koklatmak da diziciliğin dış piyasada zayıflamasına yol açar. Bu faktörler içerisi için pek önemli olmayabilir. Zira bizdeki izleyicinin oyuncu merakı ve balık hafızasıyla konulara yaklaşıp, benzer işleri izlemeyi önemsemeyen yapısı malum. Buna karşılık sektörü finanse etmekte büyük yeri olan dış pazarda bu detaylar uzun vadede göze batar ve yenilikçilik zorunlu hale gelir… Ki bu noktada, sezonlar boyu süren işler yerine ‘mini dizi’ yaratmaya yönelme ihtiyacı bir kez daha açığa çıkıyor!
Velhasıl peş peşe bitirilen işler karşısında paniğe kapılmak yerine, dengeli bir analizle duruma hâkim olmak ve enseyi karartmadan sektörü geliştirmek şart. ‘Diziler elbet günü gelince veya vaktinden önce ölebilir ama dizicilik sektörü öyle veya böyle varlığını her daim sürdürür’ diyerek koyalım noktayı.
Anibal GÜLEROĞLU