DEĞERLİ okurlarım, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bölgemizin milletvekilidir. Fikirlerini beğenmeyebiliriz. Zaman zaman sinirlenip kendini tutamadığını, “üç nokta”lı, “şeyini şey etme”li patlamaları olduğunu biliriz. Kaynama derecesinin ve demokratik tolerans eşiğinin düşük olduğunu ama sonra fikir değiştirip özür dilediğini de biliriz. Askerlere karşı kızgınlığının ise duygusal ve kalıcı olduğunu düşünürüz. Bütün bunları hoş karşılamayız. Kendisine kızabiliriz.
Ancak bence Bülent Arınç için kimse dürüstlüğünden şüphe uyandıracak bir söz söylememiştir. “Çaldı, çırptı, yakınlarını zengin etti, çocukları şirketler sahibi oldu, onları armatör yaptı, yumurta fabrikaları kurdu” dememiştir. Geçmişte AKP Genel Başkan Yardımcılarının, bakanlarının şaibe uyandıracak davranışları ortaya konulduğu zaman, Bülent Arınç bu şahısların arkasında durmaya çalışmamış, partizanlık yapmamıştır. Aksine, “Gereğini yapmalı” demiştir. Yani istifa etmelerini istemiştir.
Bülent Arınç geçtiğimiz haftalarda apaçık bir beyanda bulundu. Üzerinden biraz zaman geçti, ama önemli. Arınç, Tuncay Özkan ile Mustafa Balbay’ın bu kadar süre tutuklu kalmalarını eleştirdi, bu durumun vicdanını rahatsız ettiğini
BİR hafta sonra Anayasa değişiklikleri ile ilgili halk oylaması (Referandum) yapılacak. O gün AKP’nin yaptığı bu değişikliklere “Evet” veya “Hayır” demek doğal olarak sizin takdiriniz. Ben burada sadece akla gelmemiş olabilecek bazı hususlarda hatırlatmalar yapmak istiyorum. Konunun hukuk yönünü hukukçular yeterince anlatıyor. Ben referandum’un siyasi sonuçlarına değineceğim.
1.Bu anayasa referandumunda “Evet” demek aslında AKP’ye rey vermek gibi birşeydir. Hatta ondan daha ileridir. Bu referandumu kazanması halinde AKP sanki bütün diğer partilerin aldığı toplam oydan daha fazla oy almış gibi olacaktır. Türkiye ve dünya kamu oyu bu oyların anayasanın değişmesi için verildiğini değil, AKP’nin yaptıklarının milletin yüzde 50’den fazlası tarafından tasvip edildiğini düşünecektir. Eğer bütün yapılanları tasvip ediyor, içinize sindiriyor ve AKP’nin daha uzun yıllar iktidarda kalmasını arzu ediyorsanız bu referandumda mühürü “Evet” e basınız!...
2.Eğer AKP’li değil de başka bir partiden yana iseniz, biliniz ki bu anayasaya “Evet” oyu vermek partinizi zayıflatacaktır.
Bu oyunuzla kendi partinizin 2011 yılındaki genel seçimlerde alacağı oyu azaltacak, parti Başkanınızın yüzünü
DEĞERLİ okurlarım, soruyorum “masaya oturmak” ne demektir? Yani bir devlet, bir terör örgütü ile o örgütün kanlı eylemlerini bitirmesi için bir anlaşmaya varmak istiyor ise bu hangi şartlarda ve nasıl yapılır?
İlk önce şunu iyi anlamak gerekir: Devlet, suç örgütlerini ve üyelerini kendi zabıta güçleri ile yakalar ve adalete teslim eder! Normal olan budur! Eğer bir devlet silahlı terör örgütü ile özellikle de tüm dünyanın terör örgütü olduğunu tescil ettiği bir örgütle eylemlerini bitirmek üzere “görüşerek” bir anlaşmaya varmak istiyor ise, bu açıkça gösterir ki devlet terör örgütünün üyelerini normal yollardan yakalayamamaktadır.
Yani durum bir “galibiyet mağlubiyet” terminolojisi ile açıklanacak olursa, terör örgütü galip gelmektedir. Ya da devlet galip gelememektedir. Devlet galip geldiğinde terör bitmiştir! Ondan sonra devletin şefkat elini uzatıp, yaraları sarma, haklı talepleri karşılama dönemi başlar. O zaman bir “genel af” da gündeme gelebilir. Bütün bunlar olur, ama ancak devlet galip geldikten sonra!
Galip gelememiş bir devlet, istihbarat unsurları kanalı ile de olsa, terör örgütüyle müzakere zemini ararsa, örgütün taleplerinin sonu yoktur. İş başlangıçta
HİÇ kafanızı kurcalar mı? Bazı batı filmlerinde, hapisteki insanları oturmuş gazete okurken, televizyon seyrederken, eşleri, çocukları ile kucaklaşırken görürüz. Hatta eşleri ile baş başa kalmalarına olanak verilir. Yaşamları bizim ülkemizdeki orta halli bir ailenin yaşamına paraleldir.
Ama diğer bazı filmlerde, demir parmaklıklar arkasında tutulan, demir ranzalarda yatan, kaldıkları odada tuvaletin bile açıkta olduğu, eşleri ve yakınları ile görüşmeleri demir parmaklıklar arkasından, kurşun geçirmez camların ardından telefonla yapan hapisleri görürüz.
Bu iki hapisane arasındaki fark nedir ve nedendir?
Dünyanın tüm medeni ülkelerinde “mahkum” ile “tutuklu” arasında doğal olarak fark vardır. Tutuklu suçu kanıtlanmamış kişidir. Mahkemesi devam ediyordur. Kaçma ihtimali vardır. Ya da delilleri veya şahitleri etkileyerek adaletin gerçekleşmesini engelleme olanağına sahiptir. Onun için gözetim altında tutulması gereklidir.
Endişe sadece kaçmaları ise, bileklerine izlenebilir bir elektronik bileklik takılıp evlerine salıverilirler. Eğer şahitleri ve delilleri etkileme ihtimalleri varsa o zaman tutukevinde ikamet etmeleri sağlanır. Tutukevleri ceza çekilen yerler değildir.
ŞU sıralar Türkiyede iki çok önemli olay iç içe cereyan ediyor. Bu iki olay birbirini etkiliyor.
İlk önce size şunu sormak istiyorum. Türkiye’de bu güne kadar hiç bir referandumda, hiç bir seçimde insanların böylesine bir telaş içinde verecekleri oyu önceden açıkladıklarını yani ihsas -ı rey ettiklerini gördünüz mü? Ben görmedim! Ne ihtilal zamanlarında gördüm, ne Demokrat Parti’nin en güçlü olduğu dönemde gördüm, ne CHP’nin tek parti döneminden ülkeyi demokrasiye geçirdiği 1950 seçimlerinde gördüm.
Bir de günümüze bakınız. Odalar Birliği’nden tutun da, İstanbul Ticaret Odası, dernekler, sendikalar... Onlar bitiyor politika ile hele Anayasa Hukuku ile hiç ilgisi olmayan bir takım popüler sanatçılar.... Sonra sporcular... İş Hakan Şükür’e kadar vardı. Diyorlar ki, “Biz demokrasi’nin bir adım ilerlemesi için ‘Evet’ vereceğiz!” Verin. Verin ama bir de açıklayın neden bir adımda duruluyor, atılması gereklen diğer adımlar neden atılmıyor. Örnek mi istiyorsunuz?
Bu acayip anti demokratik “partiler yasası ve seçim yasası” neden değişmiyor.
Millet vekillerinin işledikleri yüz kızartıcı suçlarla ilgili dünyanın hiç bir demokrasisinde olmayan, aksine sadece sahte demokrasilerde var
GEÇEN pazar günü Milliyet Gazetesi’nin 14’üncü sayfasında bir haber vardı. “Balyoz” davasında, emekli orgeneral Çetin Doğan’ın duruşması ile ilgili. Haber 14’üncü sayfada bile manşet olamamıştı. Ama bu davaların ne hale geldiğini göstermesi bakımından fevkalade önemli idi.
Haberde iki olay vardı. Olaylar biraz karmaşık, ancak dikkatle izlendiğinde resim berraklaşıyor. Sade o resim değil, bu davalarda mahkemeye sunulan deliller ve onlara temel teşkil eden araştırmaların nasıl hazırlandığı da aydınlanıyor. Bu anlatacaklarımı dikkatle izlemenizi rica ediyorum. Haberi özetleyerek naklediyorum.
Birinci olay: İddianameye göre balyoz hareketini hazırlayanlar devleti ele geçirdiklerinde bazı dernekleri kapatacaklar. Gene iddianameye göre bu derneklerin listesi 11 numaralı CD’de yer alıyor. TÜBİTAK’ın verdiği bilirkişi raporuna göre de 11 no’lu CD 27 Aralk 2002’de Kubilay Akta tarafından oluşturuluyor, içindeki en son bilgi ise 24 Şubat 2003’te Süha Tanyeri tarafından kaydediliyor.
Bu CD’de, kapatılacak dernekler listesinde yer alan bir dernek de 27’nci sıradaki “Liberal Avrupa Derneği”. Halbuki Milliyet’teki habere göre bu dernek “Liberal Avrupa Derneği” adını 2006’da alıyor.
EKONOMİ iyiye gidiyor. Milli gelir senenin birinci çeyreğinde yüzde 11.4 oranında büyüdü. Her ne kadar, 2009’da yüzde 14’ün üzerindeki küçülme nedeni ile bu yüzde 11.4 bizi 2008 seviyesine geri getiremedi ise de küçülmeden büyümeye geçmiş olmak gene de iyi bir belirtidir. Avro kullanan ülkelerin de Yunanistan hariç büyümeye geçmiş olmaları bizim büyümemizin de kalıcı olabileceği ümidini vermektedir.
Sanayi ürünleri satışları da haziranda geçen sene haziran ayına göre yüzde 14’ün üzerinde bir artış sağlamış. Bu artış, ikinci çeyrekte milli gelirin artmaya devam ettiğinin önemli bir belirtisi.
Bir başka olumlu gelişme de istihdamdaki artış. Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı son rakamlar mart-nisan-mayıs ayının ortalamaları. Bu rakamlara göre istihdam edilen nüfus geçen yılın aynı döneminde 20 milyon 698 bin kişi iken, bu yıl 22 milyon 501 bin kişi. Aynı dönemde iş gücüne girip iş arayan nüfus da arttığından çalışan nüfusun artması işsiz nüfusun azaldığı anlamına gelmez.
Ama bu sefer uzun bir süredir ilk defa olarak işsizlik oranının da azaldığını görüyoruz. İşsiz nüfus geçen sene aynı dönemde 3 milyon 618 bin kişi iken bu yıl 3 milyon 71 bin kişiye inmiş. İşsizlik
ESİAD Yönetim Kurulu Başkanı Sıtkı Şükürer’in, bir bölümünü geçtiğimiz cumartesi irdelediğim konuşmasında (1) demokrasi için bir bedel ödemeyen “laik kitle”nin demokrasi tembeli olduğu ve (2) demokrasi filizlerinin muhafazakar kesimlerde oluştuğu yer alıyordu. Bu görüşler son zamanlarda Türkiye’de sıkça ifade edildiği için biraz genişçe ele almama vesile oldu.
Türkiye’deki “laik kitle”nin demokrasi konusunda bir bedel ödememiş olduğu bence doğru değildir. Öyle olduğunu iddia ettiğimizde, 1950 öncesinde “Yeter söz milletindir” sloganları arkasında, 1960’da “Ya hürriyet ya ölüm” çağrışları arkasında sokaklara dökülen, hapislere atılan, hatta idam edilenlerin haklarını yemiş olmaz mıyız? Türkiye’de demokrasi ve özgürlük isteği hemen daima laik kesimden gelmiş, bu uğurda ölenler ve hapislerde çürüyenler de bu kesimden çıkmıştır.
Ayrıca, ilerici ve demokratik “değişim” isteğinin “muhafazakar” kesimden geliyor olduğu da eşyanın doğasına ve “muhafaza” kelimesinin anlamına aykırı olduğunu düşünüyorum. Muhafazar kesimlerden gelen değişim isteği genellikle, hatta hemen daima, toplumun aşırı değiştiği görüşüyle eskiye dönmek isteğidir.
İstenen, ülkeyi geri götürmek için değişimdir.