Demokrasi, görüntü ve karizma...

5 Ekim 2010

CUMHURBAŞKANI Gül, Amerika dönüşünde demokrasi ve insan hakları konularında bence çok önemli şeyler söyledi. Ama benim umduğumdan çok farklı nedenlerle!
Cumhurbaşkanı, Özel Yetkili Mahkemeleri eleştiriyor. Bunların yetkilerinin fazla olduğunu söylüyor. Özellikle de mahkum olmadan yıllarda cezaevlerinde hükümlü gibi yatan insanlardan söz ediyor. Mahkum olmadan tutuklu olarak cezaevlerinde olanların sayısının mahkumları geçtiğini söylüyor. Ayrıca “You Tube” gibi internet yayın sitelerinin kapatılmasının basın özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü zedelediğini kabul ediyor.
Ben de bu köşeden 28 Ağustos’ta yazdığım yazıda özetle şunları söylemiştim, “Dünyanın tüm medeni ülkelerinde ‘hükümlü’ ile ‘tutuklu’ arasında doğal olarak fark vardır. Tutuklu suçu kanıtlanmamış kişidir. Mahkemesi devam ediyordur. Kaçma ihtimali vardır. Ya da delilleri veya şahitleri etkileyerek adaletin gerçekleşmesini engelleme olanağına sahiptir. Onun için gözetim altında tutulması gereklidir.
Endişe sadece kaçmaları ise, bileklerine izlenebilir bir elektronik bileklik takılıp evlerine salıverilirler. Tutukevleri de ceza çekilen yerler değildir. Burada devlet, olanaklar oranında o şahısların rahatlarını

Yazının Devamı

Sosyal psikopatoloji mi?

2 Ekim 2010

PSİKİATRİ bilimi üst üste gelen önemli taravmaların ve belirsizliklerin, kişilerin akli dengelerini kaybetmeleri için en önemli dış etkenler olduğunu söylüyor. Özellikle “akli bozukluklarda (psikopatolojide) travma modeli” tezinin günümüzdeki öncüsü ve Ross Psikolojik Travma Enstitüsü’nün kurucusu Dr. Colin A. Ross bu tezin en ünlü savunucularından biri.
“Bu travma konusu nerden çıktı?” dediğinizi duyar gibiyim! Benim, sözü getirmek istediğim nokta şu: Acaba toplumlar da şiddetli travmalarla ve büyük belirsizliklerle karşı karşıya kaldıklarında aynen kişiler gibi dengelerini kaybederler mi?
Eğer kaybederler ise, ben uzunca bir süredir yaşadığımız; son yıllarda da geometrik olarak hızlanan travma ve belirsizliklerin bizi de böyle bir denge bozukluğunun eşiğine getirmiş olabileceğini düşünüyorum. Toplumumuzun son 40 yılına göz atalım!
Bakın değerli okurlarım, 70’li yıllarda çok kanlı bir sağ - sol terörü ve dövizsizlik ve yokluklarla savaşan bir Türkiye! Sonra 1980’de bir askeri darbe! 70’lerde başlayan ve 80’lerde ve 90’larda süren çok hızlı bir enflasyon! Arkasından sıcak paranın Türkiye’ye girmesi ve çıkmasının yarattığı belirsizlik ortamı. Sonucunda ortaya çıkan 1994, 1998,

Yazının Devamı

Sıcak para ve Babacan...

28 Eylül 2010

SICAK paranın ülkeye girmeye başladığı 1990’ların başından beri ilk defa bir devlet yetkilisi nihayet şu sözleri sarf etti: “Türkiye’ye giren sermayede şu anda maalesef sıcak para ağırlıklı bir yapı var.”
Devlet Bakanı Babacan bir gün Türkiye’nin ekonomik tarihi yazıldığında, “Türkiye’yi 20 yıl pençesinde kıvrandıran, 1994, 1998, 2000, 2001 ve 2008 krizlerini yaratarak ülke sanayileşmesini durduran sıcak para hastalığını 40 yıllık bir gecikme ile 25 Eylül 2010’da ilk teşhis eden Bakan!” olarak ‘buruk bir biçimde’ tarihe geçecek.
Taa 1960’lardan beri tanısı konmuş bir hastalıktır bu sıcak para. Bir ülkeye aniden büyük miktarlarda giren dövizin o ülkede döviz kurlarını tepe takla getirerek ülkenin rekabet gücünü yok ettiği ilk olarak Hollanda da farkedildi. Hollanda kuzey denizinde ‘60’lı yıllarda doğal gaz ve petrol buldu. Ülkeye giren döviz o zamanki Hollanda parası olan Florin’i aşırı değerlendirdi. Hollanda ithalatla rekabet edemez ve sanayi ürünlerini üretemez ve ihraç edemez hale geldi. Sonunda, tamamı kendi paraları, borç veya emanet para olmamasına rağmen, bu hızlı döviz girişinin ülke ekonomisine verdiği tahribat görüldü. Önlemleri alındı. Bu hastalık da dünya ekonomi

Yazının Devamı

Döviz kurlarını kim belirler?...

25 Eylül 2010

DEĞERLİ okurlarım, son günlerde bir taraftan Uluslararası Takas Bankası (Bank for International Settlements) diğer taraftan Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization) birbiri ile alakasız gibi görülen iki istatistik yayınladı. Bu istatistikler bizim gazetelerimizde yer almadı. Ama aslında hem tüm dünyayı sarsan “global mali krizin” hem de bizim ülkemizde yaşadığımız 1994, 1998 ve 2001 krizlerinin nedeni bu istatistiklerde saklıydı.
Takas Bankası, yayınladığı istatistikte dünya döviz piyasalarında günlük cironun 4 trilyon Amerikan Dolarına ulaşmış olduğunu söylüyordu. Bu günde 4 trilyon dolar rakamını aklınızda tutun. Türkiye’nin milli geliri yılda 1 trilyon dolara yeni ulaştı. Yani döviz piyasalarında bir günde el değiştiren döviz, Türkiye’de 75 milyon nüfusun 4 yılda üretebildiği gelire eşit!
Bu dövizler dünya piyasalarında neden el değiştirir? Teori şöyle söyler: Döviz alışverişinin temel nedeni ülkeler arasındaki mal ve hizmet alışverişidir, yani ihracat ithalat işlemleridir. Bu işlemlerde kullanılan para dövizdir (Dolar, Euro). İşte bir ülkenin parasının döviz olarak değeri o ülkenin ihracat ithalat dengesine bağlıdır. Ülkenin ithalatı ihracatından fazla ise döviz

Yazının Devamı

Başkanlık rejimleri demokratik kalabilirler mi?

21 Eylül 2010

DEĞERLİ okurlarım geçen yazımda başkanlık rejiminin “kuvvetler ayrılığı” prensibinin bir sonucu olduğunu yazmıştım. Demiştim ki, yargının, hükümet ve parlamentonun etkisinden kurtulup bağımsız kararlar verebildiği rejimler “parlamenter” rejimlerdir. Ama parlamentonun da hükümetin etkisinden kurtulduğu ve icranın başının (Başkanın) da doğrudan halk tarafından seçildiği, rejimlere ise “Başkanlık Rejimi” denmektedir.
Bu gün başkanlık rejimlerinin demokratik rejimler olarak kalabilmeleri için hangi şartların gerekli olduğu üzerinde durmak istiyorum. Çünkü gerçek odur ki bizim gibi az gelişmiş ülkelerde başkanlık rejimleri genelde demokrasi imiş gibi görünen dikta rejimlerine dönüşüyor. Bunun olmaması için neler gerekiyor, bunlara bakalım:
1. Herşeyden önce başkanlık rejimlerinde parlamenterler (Milletvekilleri ve senatörler), doğrudan doğruya partiye kayıtlı ve aidat ödeyen üyeler veya üyelerin seçtiği delegeler tarafından seçiliyor. Partinin ve parti genel başkanının atadığı “delegeler”in aday belirlemesi söz konusu olmuyor. Böylelikle her parlamenter parti başkanının boş kağıtlara imza attırdığı, tarihsiz istifa mektupları imzalattırdığı “kulları” olmuyor.
2. Başkan adayları,

Yazının Devamı

Başkanlık rejimi...

18 Eylül 2010

DEĞERLİ okurlarım, başkanlık sistemini anlamadan önce “kuvvetler ayrılığı” prensibini iyi anlamamız gerekir. Devlet üç temel kuvvetten (erkten) oluşur:
1. Yürütme: Başbakan ve bakanlar kurulu devletin gün be gün evrensel hukuk kurallarına ve kanunlara uygun olarak yönetme gücünü, erkini kullanırlar.
2. Yasama: Halk tarafından seçilen temsilciler, parlamento (ülkemizde Türkiye Büyük Millet Meclisi) hükümetlerin, devletin tüm kurumlarının ve halkın uymakla mükellef olduğu yasaları yapma gücünü, erkini, kullanırlar. Yapılan yasaların evrensel hukuk kurallarına uygun olması gerekir.
3. Yargı: Mahkemeler TBMM, başbakan, bakanlar, devlet bürokratları, yargıçlar ve vatandaşların parlamento tarafından evrensel hukuka dayalı olarak çıkarılmış yasalara uygun hareket edip etmediklerini denetler. Yasaları çiğneyenlere de gene yasalarla belirlenmiş cezaları verir.
Tarih içinde hukukçular, devletin yönetim düzenini kurarlarken, ülkelerde bazı despotların, seçilerek gelmiş olsalar da kendilerine aşırı yetkiler veren yasalar çıkartıp, diktatör haline gelmelerini önlemek için önlemler almışlar. İlk önce yargı erkini, yasama ve yürütme erklerinden bağımsız hale getirmişler. Buna da

Yazının Devamı

Güneydoğu’dan devlete evet!

14 Eylül 2010

DEĞERLİ okurlarım, referandum bitti. Sonuçlarını doğal olarak saygı ile karşılayacağız. Millet, anayasada yapılmak istenen değişikliklere evet dedi. Bu evet hiç şüphesiz ki önerilen değişiklikler içindeki insan hakları ve demokrasiyi iyleştireceğini umduğu maddeleredir.
Bu sonucun alınmasında hangi unsurlar etkili oldu?
1. AKP “İletişim dersleri” kitaplarına geçecek nitelikte mükemmel bir propaganda kampanyası yürüttü. Bu kampanya anayasada değiştirilecek maddelerin seçiminden başladı. Esas amaç olan yargı’da yapılacak değişiklikleri unutturacak, çocukların korunması, kadın hakları ve eşitliği, memurlara sendikal haklar gibi “sempatik” maddeler seçilerek değişiklik paketinin içine yerleştirildi. Tüm kampanya süresince bu maddeler dikkatle işlendi, yargı bağımsızlığının ciddi oranda yitiriliyor olması unutturuldu. CHP’nin hakim olduğu belediyelerin “billboard” ları dahi bu afişlerle dolduruldu. AKP ciddi, profesyonelce hazırlanmış ve çok ciddi fonlarla desteklenen bir propaganda kampanyası ile toplum üzerinde etkili oldu.
2. AKP’nin bu kampanyasının etkili olmasında medya üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin de çok önemli bir rolü oldu. Bu gün basının, radyo ve televizyon

Yazının Devamı

20 yıl önce 20 yıl sonra demokrasi!

11 Eylül 2010

Değerli okurlarım, bayramınız kutlu olsun. Geçtiğimiz hafta İzmir’den Türkiye’ye yayınlanan haftalık ekonomi gazetesi Gözlem’in 20. kuruluş yıldönümü idi. Benden de bir yazı istediler. Gözlemin 20 yıl önceki ilk sayısına yazdığım yazıyı buldum. Demokrasimizin 20 yıl içindeki gelişmesi ya da gelişememesi ile ilgili bir ibret vesikası idi bu ilk yazı. Gözleme bunu tekrar gönderdim. Size de aşağıda 20 yıl öncenin bu yazısını özetliyorum. Çünkü bu gün demokrasimizin geleceğini düşünmek için iyi bir gün.
“Gözlem bir seçim arifesinde ve Türkiye ekonomi ve demokrasi açısından önemli bir dönemece girerken yayın hayatına atılıyor.
Önümüzdeki erken seçim, geniş yankılar uyandıran “Demirkırat” belgeseli düşünürlerimizi demokrasiyi tartışmaya itti. Hepimiz ihtilallere, askeri yönetimlere karşı olduğumuzu söyleme fırsatı bulduk.
Geçen gün müzik yeteneği yönüyle de, düşünürlüğü yönüyle de saygın bir köşe yazarımız, Türk aydını ile Batı aydını arasındaki farkı yazıyordu. Ona göre Türk aydını “iyi ihtilal” ile “kötü ihtilali” ayırıyor; Batılı aydın ise ihtilallere kökten, prensipten karşı. İhtilalin “iyi”si olmaz. Sanırım şimdi aydınlarımızın çoğu böyle düşünüyor.
Belki ‘demokrat’lığa

Yazının Devamı