Sır; sırrı bilmeyenler için sırdır. Sırrı bilenler ise bilmeyenlerden kendilerini korumak için sırlanırlar. Cemali, celali ve kemali tüm güzellikleri gönül gözüyle gören, can kulağıyla dinleyen kamil insanların en ön saflarında Sırr-ı Celal lakabıyla bildiğimiz Şems-i Tebrizi gelir.
1180 yılı içerisinde günümüz İran ülkesinin Tebriz şehrinde dünyaya gelmiş olan Şems-i Tebrizi, Azeri bir aileye mensuptur. Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarafından kaleme alınan ve tamamen Şems-i Tebrizi’nin sohbetlerini kapsayan eserde Şems-i Tebrizi’nin hayatı ve düşünce dünyası üzerine kapsayıcı bilgiler verilmiştir. Mescid ve medreselerde disiplinli ve buna bağlı olarak iyi bir eğitim almış olan Şems, Yaradan’a olan tam teslimiyeti neticesinde yaş olarak erken bir evrede aşk ateşi ile tanışmış olmakla birlikte âşıklık makamına erişebilmeyi de başarmıştır. Yaradan’a yaşarken Yaradan’ın tüm yaratımları vasıtasıyla kavuşmuş olan Şems aşk yolunda sözlerine kulak olabilecek bir dert ortağı aramak için uzun yolculuklar gerçekleştirmiştir. Bütünsel olarak birliğe özgü bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını paylaşabileceği bir alim, arif âşık aramaktaydı. Aradığı bu mücevheri, 29 Kasım 1244 yılında Konya’da bulmuştur.
Hz. Mevlana ile Şems-i Tebrizi Konya’da buluştuklarında Şems âşık, Hz. Mevlana ise alim makamlarındaydılar. Zira birbirlerini Yaradan’dan dolayı hatırlayanlar buluşurlar, ezeliyeti Yaradan’dan başlatamayanlar ise hikayeyi unutmuş olduklarından dolayı ulu orta bir yerde ve isim, sıfatlar vasıtasıyla sadece tanışırlar.
Zamana ihtiyaçları oldu
Hz. Mevlana ile Şems buluştuktan sonra sadece birkaç saat sohbet edip dinlenmeye çekilmişleridr. Keza âşık olan Şems, Mevlana’ya aşkın hallerini yaşantısından örnekler vererek göstererek “Bir şey daha var tüm gördüklerinden daha başka” demiştir. Mevlana da bildiklerini bilmekle bilmediklerinin her daim daha da artacağını Şems’e bildirmiştir. Böylece şak halinin anlamlandırılması ve ilim mertebesinin anlaşılabilmesi için her ikisinin de zamana ihtiyacı doğal olarak olmuştu. Kimilerinin aşk aklından yoksun olmalarından dolayı söyledikleri gibi Hz. Mevlana ve Şems-i Tebrizi buluştuktan sonra bir odaya girip aylarca çıkmamazlık etmemişlerdir.
Akabinde aşk ehli Şems ile ilim ehli Mevlana’nın birlikte geçirdikleri zaman her geçen gün peyderpey uzamıştır. Adeta âşık ile alim derin, yakıcı, yıpratıcı, yükseltici, derinleştirici yönlere doğru karışmaya başlamıştır. Bu aşamada her ikisi de ne kadar âşık ve alim olsalar dahi birbirlerini anlamaya çalışırken ariflik makamına birlikte ulaşmışlardır. Keza arif olan hem kendisini anlar hem de karşısındakini anlamlandırır. Alim, arif olan Hz. Mevlana ve âşık arif olan Şems derinlere bir dalgıç gibi dalışlar gerçekleştirmişler, Kaf Dağı metaforlu yükseklerde ise keşifler yapmışlardır. Beraberliklerinin bu aşamasında kısa süreli bir ayrılığa gereksinim duyan Şems, Konya’dan ayrılır. Yine bazı zevatın dediği gibi ahalinin kıskançlığından dolayı Konya’yı terk etmez.
Şems öldürülmemiştir
Şems zamanı gelince Konya’ya döner. Başlangıçta “Bin yıl dahi yaşasam Mevlana’nın ilmine yaklaşamam” diyen Şems ilmen artık Hz. Mevlana’yı anlayabilme makamına ermiştir. Yine başlangıçta “Ben bir ayım. Şems güneştir. Ay, güneşi aydınlatamaz ama güneş ayı aydınlatır” diyen Mevlana da artık aşk ateşiyle pişmiştir ve âşıklık makamının zirvelerine doğru alabildiğine yükselmeye hazırdır.
Bu ikinci buluşmayla Hz. Şems ve Hz. Mevlana, aşk şerbetini birbirlerinin elinden kana kana içmişlerdir. Yaradan’a olan aşkları kainattaki her şeyle sarmaş dolaş olarak Tevhid’i kendi bünyelerinde yaşamakla birlikte evrensel boyuta çıkarmışlardır. Hakk ile halk arasında her hal ve hareket ile yaşamak için Şems, Konya’dan ayrıldı. Hz. Mevlana da tüm görkemiyle halkın içerisine daldı. Artık onların sözleri hem herkes içindir hem de hiç kimse içindir.
Netice olarak Şems öldürülmemiştir; Kimya Hatun’la asla evlenmemiştir. Şems, Yaradan’a yaşarken dönmüştür. Hz. Mevlana, Yaradan’a yaşarken yönelmiştir.