Doğadan gelen her türlü hastalığa karşı kültür dünyası olarak ilaç olmak tıp insanlarının temel ahlak ilkesiydi.
Sağlık deyince herkesin aklına tereddütsüz Anadolu gelir. Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat İstanköy Adası’nda yaşamış ve hastalarına şefkat ve merhametle yaklaşarak tedavi etmeyi yeğlemiştir. Elinden düşürmediği bastonu, kendisi ne kadar çaresiz olursa olsun bastonuna dayanarak hastalarına ulaşmak durumunda olması gerektiğine bir atıftır. Gerek Hipokrat gerekse de modern tıbbın babası olan Bergamalı Galen hastaları karşısında küçülürlerdi, onları tedavi edememe durumunda tanrılardan af dilerlerdi. Hastaların sınıfsal ve maddi durumunun doktorlar nezninde değeri ve önceliği yoktu. Doğadan gelen her türlü hastalığa karşı kültür dünyası olarak ilaç olmak tıp insanlarının temel ahlak ilkesiydi...
Sağlık tanrısı Asklepios ve onun hemşiresi Hijyen, Anadolu mitolojisinin en önemli soyut yaratımları olmakla birlikte antikite dönemden Osmanlı’ya kadar Anadolu tıp ve sağlık konularında tüm dünyaya öncülük yapmış bir birikime ve kurumlara sahipti.
Peki ya şimdi?
Şefkat, merhamet, sabır, cömertlik, adalet teknik bilgi ve beceriden büyük oranda yoksun sağlık çalışanlarının
Anadolu’da yüzyıllar boyunca önemli bir teşkilat olarak karşımıza çıkan Bacıyan-ı Rumlar usta çırak ilişkisi ile süreklilik göstermiştir
1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’nun kapıları Türklere açılır. Yaklaşık yüz yıl sonra Anadolu Selçukluları ile Bizans arasında günümüz Denizli ilinin Çivril kasabası yakınlarında bulunan Düzbel geçidinde yapılan Miryokefalon Savaşı sonrasında ise Anadolu kesin olarak Türk yurdu halini alır.
Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’ya birçok Türk boyu göç etmeye başlamıştır ve bu süreç Miryokefalon savaşının kesin galibiyet neticesiyle de devam etmiştir. Dalga dalga Anadolu’ya gelen bu göçler içerisinden zamanla Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum adı altında zanaat ve tasavvufi düşünce dünyası merkezli teşkilatlar meydana getirilir.
İlk göç dalgasıyla gelen Türkler Anadolu’yu “Rum ülkesi” olarak isimlendirmişlerdi; eş deyişle Roma ülkesi. İsmi fail takısı ile de Anadolu’da yaşayan kişilere de rumi denilmiştir. Hz Mevlana’ya “rumi” denilmesi buna iyi bir örnek teşkil eder. Anadolulu Mevlana anlamını taşır.
Ahi “kardeş” teşkilatının kurucusu Ahi Evran tüm esnaf örgütlerini dürüstlük, doğruluk merkezli bir yapıda düzenlemiştir.
Her sayının matematiksel olarak bir değeri olduğu gibi toplumlar kendi kültür dairelerine göre sembollere farklı anlamlar yüklemişlerdir.
İnsanoğlunun doğaya ve kozmoza yönelik sorduğu tüm bilimsel sorulara vermiş olduğu cevapların kimi zaman bilimdışı kimi zaman da bilimsel karşılıklarının arkasında her zaman bir sembol dili görülür. Başlangıçta fetişler aracılığı ile bireysel korunmaya yönelik objelere yüklenilen anlamlar kısa zaman sonra genel kitleye cevap verebilecek olan idollere aktarılmıştır. Böylece fetişizmin küçük inanç dairesinden ve basit sembol dilinden insanoğlu idolizmin daha geniş olan inanç dairesine girer. Bununla birlikte sembol dilleri genel ihtiyaçlarına cevap verebilecek ölçü ve biçimde genişler. Her sayının matematiksel olarak bir değeri olduğu gibi toplumlar kendi kültür dairelerine göre sembollere (sayısal) farklı anlamlar yüklemişleridir. Bir toplumun inanç veya endişelerinin gizli ifade biçimi olarak gelişen semboller temasta bulunduğu bir başka kültür tarafından benimsenirse o toplum kendi inanç dairesine göre sembole yeni anlamlar yükleyerek kabullenimlerini kolaylaştırmışlardır.
İyi bir örnek
“on iki” sayısı bu sürece oldukça iyi bir örnektir. M.Ö.
“Bir” vahdet-i mevcut ve vücut iken “iki” zıtlıkların birbirleriyle olan ilişkisini gösterir. “Üç” ise din ve birçok mistik öğretide türlü şekil ve sembollerle güçlü bir yer edinmiştir.
Bir” yaratılma eylemini gerçekleştiren yaradanın varlığının işareti olmakla birlikte başlangıcı gösterir. “Bir”; ilimdir ve malum olanlarla “iki” doğrudan bağlantılıdır. Mükemmel olan yaradan mükemmeliği gereği var olmaya başladığında tüm vahdetini rahmet şeklinde yarattıklarına bağışladı; ve mahlukat vücud buldu. Zat’ı gereği tüm yarattıklarından farklı olan sadece isim ve sıfatları vasıtasıyla malumlarıyla belirginleşti.
“Bir” vahdet-i mevcut ve vücut iken “iki” zıtlıkların birbirleriyle olan ilişkisini gösterir. “Üç” salt gerçekliğin ifadesi olan “bir” ile birbirine mutlak ihtiyaç duyan zıtlıkların mükemmel toplamı olarak anlam bulur. Bu ve benzeri birçok nedenden dolayı “üç” sayısı her din ve birçok mistik öğretide türlü şekil ve sembollerle güçlü bir yer edinmiştir. İndra-varuna-mitra, brahma-şiva-vilnu, baba-oğul-kutsal ruh gibi üçlemeler ilk akla gelenlerdir.
“Dört”, yön ve taraf ile işaret dilinde belirginleşir. Dört İncil yazarı, dört imam gibi figürler inancın dünyanın dört bir tarafına
Sufi dairesi içerisine girebilmiş bir insan için insanı insan yapan şey ağzından çıkan sözdür; ancak insanı insan-ı kamil yapan da arkasından söylenen sözlerdir.
Sembolizm kimi zaman açıklarken gizler kimi zaman da gizlerken açıklar. Tarihsel süreç içerisinde her toplum kendi sembol dilini inanç dairesinde yaratmıştır. Aynı topluluk içerisinde olan insanlar bazen mücadale ettikleri diğer toplumlara karşı bazen de kendi iç gruplaşmalarının doğurduğu sebeplerle renk, sayı ve türlü geometrik şekilleri sembolize etmişler ve bu semboller aracılığı ile de sessiz bir dil, anlatı geliştirmişlerdir.
Sembolizm özellikle siyasi ve askeri olarak baskı altında uzun süre kalmış toplumlar arasında görülür. Bulunduğu coğrafyada güç dengesini elinde tutan toplumlar böyle bir dile doğal olarak ihtiyaç duymamışlardır. Ancak egemenliklerinin göstergesi olarak geliştirdikleri sembolleri bayrak, sancak ve armalarda bitkisel, hayvansal ve geometrik formlarda ifade etmişlerdir.
Birleştirici ve evrensel
Aklın ürünü olan felsefenin mistik tüm öğretilerinde sembol dili en gizemli örneklerini vermiştir. Dinlerin katı kurallarıyla ve dinsel kadrolar içerisinde doğan dini sanat ürünleri tıpkı kullanılan dil gibi
“Genler topluluğu” anlamına gelen Kommagene bir medeniyettir; ve Nemrut Dağı’na bu medeniyeti tanımak için gidilmelidir
M.Ö. 163 ile M.S. 72 yılları arasında günümüz Anadolusunun Adıyaman, Malatya, Gaziantep bölgelerinde varlığını sürdürmüş olan Kommagene Krallığı döneminin siyasi ve dini olayları karşısında ilginç bir duruş sergilemiş olmasıyla önem arz eder.
Başlangıçta Helenistik dönemin güçlü krallığı Selevkoslar ve akabinde Anadolu’ya yerleşen Roma İmparatorluğu’na karşı var olma mücadalesi vermişlerdir. Özellikle Kral 1. Antiokhos’un keskin zekası sayesinde bu mücadele dinsel inanç ve siyasi eğilimlerle sürdürülmüştür. İmparatorluğun güçlü Küçük Asya Valisi Lucullus tarafından tarih sahnesinden silinen Kommagene Krallığı’nın toprakları Roma’ya bağlanırken hazinelerinin büyük çoğunluğuna da Vali Lucullus el koyar. Hatta Asya vilayetlerinden elde ettiği gelirlerle o denli zenginleşir ki, Roma’ya döndüğünde son derece şaşaalı bir hayat yaşar. Lucullus’un bu pervasızca harcamalarından dolayı onun adına istinaden “lüx” kelimesi türemiştir.
Kommagene “genler topluluğu” anlamına gelir. Sahip oldukları coğrafyada yaşayan tüm halklar ile kurdukları iyi ilişkiler neticesinde varlıklarını
Söz masalcı ile dinleyicilerin gönüllerine iner, masalcının masallarında her çağda geçerli mesajlar olmalıdır
Bol ve yüksek inançlı insanların ülkesi anlamına gelen “Turabdin”den merhaba.
Süryani, Keldani, Yezidi, Nasturi ve Türk kültür dairesindeki insanların inançları ile harmanlanmış bu bölgenin merkezi yerleşkesi elbette Mardin şehridir. Şehir Süryani ve Artuklu medeniyetleri eserlerinin kubbeleri ile süslenmiş durumdadır. Şehre aşağıdan (Mezopotamya) yukarıya (Kale) veya tam aksi istikametinde bakıldığında insanın ya güvercin gibi olması ya da kubbeden kubbeye süzülerek akan bir uçurtma olması geliyor.
Söz masalcıyla gönüllere iner
Bu şehirde masal anlatıcıları şehrin dar sokakları arasından şahmeranı gönülden gönüle anlatırlarken meydana gelen o gizemli ortamın sessizliğini; gökten uçurtmalar vasıtasıyla yere düşen üç elma aniden hayrete dönüştürür. Masalcı zaman zaman dinleyiciler arasında dolaşan derin bakışlarını üç elmanın ortaya düşmesi ile üç noktada duran kişilere çevirir ve “Gökten üç elma düştü; bir tanesi masal anlatana, diğeri dinleyene, üçüncücü ise masalı yapacağı uçurtma vasıtasıyla göklerde süzüle süzüle herkese anlatacak olan uçurtmacıya” diyerek masala ara
M.Ö. 479’da yapılan Yılanlı Sütun 1700’lü yıllara kadar hiçbir hasar görmeden muhafaza edilmiştir. Fakat bugün yok olmak üzeredir
Şayet hayvan ve bitkiler içerisinden Anadolu kültür dünyasının en dikkat çeken ve Anadolu’ya özgü motifleri belirlenecek olsa ilk akla gelen yılan, kartal, çınar ve selvi olur. İnsanoğlu uygarlık serüveni boyunca ilkin gökyüzünde gördüğü ay, güneş ve yıldızlara, akabinde yerleşik hayata geçtikten sonra ise başta boğa ve yılan olmak üzere cisimlere, varlıklara anlamlar yüklemişlerdir. Bunlar arasında en dikkat çekici olan elbette yılandır. Çünkü M.Ö. 10 bin yılında inşa edilen ilk tapınak olan Göbeklitepe’de engerek yılanları doğurgan özellikleri üzerine insanoğlunun düşün dünyasında yer almaya başlamıştır. Yılan, Mardin bölgesinde “Şahmeran” adıyla bir tahta sahip olmakla birlikte Anadolu’nun birçok yerinde sembol dilinin en önemli figürü olarak karşımıza çıkar. Yılanlı Hamam (Tarsus’ta), Yılancık Ocakları (Konya’da), Yılanlı Sütun İstanbul’da.
Maddi ve manevi kültürel miraslarımızı büyük oranda koruyamamış olmamızın temel sebebi elbette geçmiş ile bağ kuramamanın verdiği cehalettir. Binlerce kültürel miras eserimizin yok olmak üzere adeta terk edilmiş