24.03.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:
Çim hokeyi henüz düşlerine bile girmemişti. Onlar Diyarbakır çocukları. Tamamı, Olağanüstü Hal'de yaşama gözlerini açtı. Ve tamamı, yaşamlarını sokakta ayakkabı eskiterek kazanmak zorunda kaldı. Caddede kağıt mendil satarak, kavşakta oto camı silerek evlerine para taşıyorlardı yaşıtları okurken, spor yaparken. Sokakların acımasız pençesinden minik serçelerin çevikliği ile kaçmaya çalışarak ailelerini ve kendilerini doyuruyorlardı. Tek hayalleri, gece tok karnına yatabilmekti. Spor ise, kahvehanelerde televizyona kaçamak bir bakışla izledikleri birkaç goldü onlar için. Ve bir gün karşılarına bir abla çıktı. "Ben sosyal hizmetler görevlisiyim" dedi. "Okumak, spor yapmak ister misiniz"?..Sorulur muydu?.. 704 tanesi hemen ikna oldu. Zaman içinde kimi kardeşini, kimi yan sokaktan simitçi, çikletçi arkadaşını getirdi; sayıları 4000'e ulaştı. Bu bir mucizeydi.Şimdi voleybol, basketbol, masa tenisi, çim hokeyi yapıyor bu çocuklar. Satranç öğreniyor, biçki dikiş kursu görüyorlar. Okula dönenlerin masraflarını Devlet karşılıyor. Aralarından çıkıp Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazanan bile var. Peki bu fırsatı yaratanlar kimler?.. Dört bin cevher Adı Sokak Çocuklarını Rehabilite Merkezi. Diyarbakır sokakları o hale gelmiş ki, bu merkez kendi kendini kurdurtmuş adeta. Biz merkeze ulaştığımızda, müdire hanım doğum iznindeydi. Beden Eğitimi Öğretmeni Atilla Geçer vekaleten yürüttüğü işleri asilce anlattı:Merkez, bu çocukların son şansıydı.Çim hokeyini Veysi Koyun, voleybolu Özgür Özdemir, Serdar İmir, masa tenisini Cemal Cengizoğlu, halk oyunlarını Ömer Kirişçi öğretmeye çalışıyorlardı... Merkezde resim dersleri de veriliyor, isteyen Türkçe, isteyen matematik öğreniyordu. Ve en önemlisi. Öğle yemeği.Cennet olmalıydı doğduklarından beri terör ve sefaletten başka bir şey görmeyen Diyarbakır çocukları için burası. Faaliyetler 7 - 18 yaş arası. Ama üniversiteye gidenler maddi olarak destekleniyordu. Hiç okula gitmeyenle veya dönmek istemeyenler çıraklık eğitimine yönlendiriliyordu... Organize sanayi bölgesinde asgari ücretle de olsa iş buldukları çocuklar vardı. Cennet mekan! UNİCEF tarafından Dünya'da örnek merkez ilan edilmiş burası. Başbakanlığa bağlı imiş. 1999'da açılmış. Demek ki, bugüne kadar binlerce minik insan alınmış sokağın pençesinden.Yeter mi?.. Ne gezer. Ama bu kadarı bile çok güzel. Dünyaya örnek Sokak çocuklarının sporla tanıştığı bu suni çim sahanın geçmişi de hayli ironik. Eskiden içki fabrikasıymış bu arazi. En son Rehabilite Merkezi'nin eline geçmiş. Şimdi ayakkabı astarcısı Ramazan Yakışık vuruyor, seyyar tatlıcı Ahmet Taş karşılıyor çim hokeyi topunu. Üzerine sıkı bir yemek ve evin yolunu tutuyorlar. Sokaktan kazandıklarıyla zaten karınlarını doyurabildikleri için hesap olarak başabaşlar. Eğlence de cabası. Gece çökünce hepsi rüyalarında doktor, mühendis, avukat olduklarını görüyorlar. Rüyaları farklı!.. On yıl önce, on yıl sonra Aslında bu dizi günü gününe on yıl önceden başlıyor. 1995 yılı Şubat ayı. O günlerde Diyarbakır'a inen uçaklarda "Başkente hoş geldiniz" anonsları yaptırılıyor. Terör dağlardan şehirlere inmiş. Hükümet, bölgeyi kaybetmemek için son kozunu oynamış, Başbakan "ne yapın edin, bu işi bitirin" emri vermiş. Ülkenin dört bir köşesine şehit tabutları taşınıyor Güneydoğu'dan. Şırnak'a kara yoluyla ulaşmak mümkün değil. Tunceli'ye basın kartıyla girmek bile yasak. Hakkari'de, Siirt'te, Batman'da bir ilçeye ulaşmaya çalışmak, neredeyse ölüm demek. İşte tam o sırada aklıma düşüyor Güneydoğu. Ah bir gitsek! Önce çılgınlık olarak algılanan bu proje, kısa sürede olgunlaşıyor ve iki cesur genç; Cüneyt Şengül ile Bora Ağırbaş'ın katılımıyla ekip tamamlanıyor. Ki, sevgili Cüneyt, Anadolu gerçeğinin yarattığı karamsarlık ve ümitsizlikle kısa süre sonra ABD'ye atacak kendini. Hâlâ oralarda şimdi.* * *On yıl önce de "spor" dizisi yapmak için çıkmıştık yollara. Ve sporun ana unsuru insan olduğuna göre, onun dünyasından bir pencere açmıştık. Teröre korkuyla bakan bebek gözlerinden, kocamış insanların teröre yumulmak üzere gözbebeklerine ve daha da vahimi teröre tanık delikanlı gözlere bakmıştık yakından. Yaşam koşullarına, çevre şartlarına, siyasete, sosyal ilişkilere, ekonomiye, bazen istemeyerek, çoğu zaman bile bile girmiştik. Başka türlü anlatamazdık ki, yöre insanının gerçeklerini. Yine öyle. On sene, astrofizikçiler ve tarihçiler için uzun bir zaman dilimi olmayabilir. Lakin Cumhuriyet tarihimizin ve bir insan ömrünün sekizde biridir. O da, düzgün beslenen, stressiz yaşayan, sağlık hizmetleri alan, spor yapan, kültür düzeyi yüksek bir insan için. Varın siz, bu on yılın Güneydoğu insanı için ne denli değerli olduğuna karar verin.* * *Peki ne değişmiş on yılda?..Çarpıcı olmak ve reyting adına "hiçbir şey" diye karşılık veremeyiz buna. Elbette var çabalar. Elbette terörün insanı ezip, bitiren ağırlığı tamamen kalkmasa da, çok azalmış. Elbette spor için, gençler için, çocuklar için adımlar atılmış. Ama on yılda birer yetişkin haline gelen "terör gençliğinin" ne kadarına ulaşmış bu iyi niyet?.. Ne kadarına bulaşmış? Ne kadarını ikna etmiş? Ve ne kadarını yaşadığı topraklardaki düzenle barışık kılmış?Acı ama gerçek; çok az.Ben ve genç arkadaşım Cengiz Malgır, bir ay süren bu gezimizde zaman zaman gazetecilik mesleğimiz ile vatanseverlik hislerimiz arasında derin hesaplaşmalar yaşadık. İnandığımız değerlere gölge düşüren, bizi çileden çıkaran, zorlayan, kafamızı karıştıran kişi ve olaylara tanık olduk. Elden geldiğince objektif olmaya çalıştık. Ancak şunu söyleyebilirim ana fikrimiz; karamsarlık. Tıpkı on yıl önceki ben ve ekip arkadaşlarım gibi.* * *Özeti mi?..Güneydoğu kentleri onbeş yıl kesin bir otoriteyle yönetildi. Bir yanda otorite, diğer tarafta terör. İnsani ilişkileri düzenleyen feodal yapılaşma ile sıkı aile bağları bu süreçteki en güçlü tutkaldı. O yüzden dağılmadı Anadolu insanı. Ancak geride kalan terör yıllarından, parasızlıktan ve göçlerle yıpranan feodal bağ zayıfladı. Diğer yandan terör baskısı da hafifledi. Otorite, yerini sevecen ve hoşgörülü bir politikaya bıraktı. Bunlar elbette gerekli olanlardı. Ancak terör yıllarında hiçbir birikimi olmadan büyüyen, şimdi işsiz ve hedefsiz kalmış gençlik, kendine ulaşamayan sporu da boş verip, Güneydoğu kentlerini küçük birer İstanbul yapmak yolunda emin adımlarla ilerliyor. Hırsızlık, tiner, uyuşturucu hızla yayılıyor bölgede. Büyüğe hürmet, küçüğe koruyuculuk, ağırbaşlılık, saygılı ve mesafeli Anadolu duruşu, yerini fırsatçılığa, uyanıklığa bırakıyor. Her suçta, her hatada fatura devlete kesiliyor. Şayet sesler çok yükselmiyorsa; şimdilik onları dizginleyen Avrupa Birliği beklentileri. Spora gelince.Terör döneminde sokaktaki vatandaşın gündemini değiştirmek için "kurtarıcı" olarak öne sürülen ve Devlet tarafından destek gören futbol projesi, belki ümit edilen hizmetlerin bir kısmını yerine getirebildi. Ancak ağrıyan dişi tedavi etmek yerine ağrı kesici vermeye benzeyen bu uygulama, çok değerli zamanların yitip, gitmesine neden oldu. Güneydoğu'da başı boş dev bir kartopu haline gelen gençliği, devlet takviyeli futbolun seyirciliği nereye kadar meşgul edebilirdi ki?.. O zaman gerçekleşmeyen tesisler, yapılmayan salonlar, bulunamayan malzemeler, organize olamayan ekipler, eğiticiler, bugün içi boşalmış, yük haline gelmiş futbol projesinin yerini nasıl dolduracak? Hele yakın zamanda belediyelerin sorumluluğuna verilecek sporu, hangi belediye başkanları, hangi bilgileriyle ve hangi paralarıyla gençliğin hizmetine sunacak?Bu arada bazı bürokratların, kişilerin, organizasyonların özel gayretleriyle kardelen çiçekleri gibi tek tük filizlenmiş bazı yetenekler çıkabiliyor Güneydoğu'dan. Lakin o kadar az ki.İşte onların arkadaşlarına örnek olması için de yapıldı bu dizi. Yapılanı yüceltmek, yapılmayanı gözler önüne sermek, her şeye rağmen büyüyen filizlerini sulamak, taktir etmek ve tanıtmak için. Gerçekler güzelse, sevimli. Acıysa, hüzünlü bir şekilde sürecek.