24.08.2015 - 10:28 | Son Güncellenme:
Beşiktaş yıllar önce Rodrigo Tello’yu transfer etmişti. Transferden sonra izleme komitesine fikir almak için soruyorlar
“Tello’nun stili kime benziyor?” Gelen cevap enteresan “Şekerbegovic”. İyi ki futbolun mucidi olan amcaya kadar gidip “İkisi de futbolcu işte” benzerliği kurulmamış. Bir tarafta Şekerbegovic, diğer tarafta Tello. Arada 25 sene var, işte Tello
öyle kendine has bir oyuncuydu demek ki.
Geçen gün Beşiktaş’a gelip faydalı olamamış Alman futbolcu var mı diye düşünüyordum. Soruya şak diye cevap vermek mümkün değil
zira arada Fabian Ernst, Michael Fink, Roberto Hilbert, Markus Münch’ü falan geçiyorsun... Bence en özelleri Stefan Kuntz’du. Adam
bir keresinde neredeyse Galatasaray futbol takımıyla bireysel maç yapmıştı. Ben tek siz hepiniz... Hem de bunu, kendini takımdan
ayırarak değil, takımdaki rolünü kusursuz oynayarak yapmıştı.
Fayda sağlamayan Alman futbolcu diyince ben 16. Yüzyıla, Sixten Veit’e kadar gittim. Alman sanatçı, Alman bilimadamı, Alman siyasetçi, Alman futbolcu, Alman mühendis gibi tamlamalar yapılır ya, Sixten Veit düz Alman’dı. Adamın en baskın, hatta belki de
tek özelliği Alman olmaktı. Düz Alman olunca Beşiktaş’ta sırıtmadan oynayabiliyorsun. “Sırıtmadan” oynamak, bir Alman özelliğidir,
ciddiyeti anlatır. Markus Münch’ün takım arkadaşı İke İbrahim Shorunmu mesela sırıttığı için gönderilmişti. Adam yediği golllerden sonra gülerdi. Sempatikti ama o anlarda az küfür yememiştir. Bizim Almanlar, işinin hakkını veren, disiplinli, taktiksel şablonları anlamak ve uygulamak konusunda başarılı, iyi rol oyuncuları. Tanımlamayı böyle yapınca nedense düşük profil algılanır, oysa Thomas Müller bile bu profil değil midir?
Antitezi gibi olmuş olmasın ama, bir de Quaresma’giller var. Kötü oynadığı bir maç esnasında numaralı tribünden bağırıyorlar; “Biraz top oyna.” Quaresma formasını çıkarmaya yeltenip “Al sen oyna” diyordu. Canı isteyince idman yapar, canı isteyince futbol oynar, canı
isteyince çalım atmayı dener, onu atamayınca gider tekme atar kırmızı kart görür. Elbette tanımlamayı sadece böyle yaparsak haksızlık
ederiz, Quaresma neden bu kadar seviliyor diye gelir sorarlar...
Sorun esasında Quaresma’da değil, Türkiye’deki yerleşik Quaresma’giller algısında... Onları futbol tanrıları olarak görüyoruz; her şeye muktedir olanlar... Zira ortada pozisyon yokken 30 metreden vuruyorlar gol oluyor. Necip Uysal 600 tane vuruyor, gol olmuyor nedense. Bu tip adamlar, yoktan var ediyorlar, hiç kuşkusuz. Lakin vardan var edemiyorlar maalesef. Planlanmış, çalışılmış
bir hücum kurgusu içinde yer alamıyorlar. Onları geriyor, yoruyor, karmaşık geliyor belki de 3 pozisyon sonrasını düşünmek. Her şeye
muktedirken, 3 pozisyon sonrasını planlamak gerekli mi zaten? Basit, bireysel çözümleri arıyorlar.
Geçenlerde Twitter’dan Olcay Şahan (10) ve Gökhan Töre’ye (7) forma numalarını Quaresma’ya vermeleri yönünde telkinler yapıldığını gördük. Quaresma meselesinin özetidir. Quaresma’nın fiyakalı forma giymesi için, Gökhan ve Olcay’ın futbol kişiliklerini
sıfırlamaktan endişe duymamak... Nedeni çok açık; Quaresma’nın her şeye muktedir olduğu kabulü, bu noktada Töre veya Olcay’a olan
ihtiyacı da ortadan kaldırıyor. Quaresma çıkar ve o maçı alır. İşte taraftar, bu algıyla Quaresma’ya yaklaştığında takımın diğer unsurlarını elinin tersiyle itiyor ve takımın yapısını da doğal olarak bozuyor. Futbolun bir takım oyunu olduğuna inancı sarsıyor. Bizim ülkemiz biraz böyle galiba. Sosyolojik bir vaka belki de. Tek adam seviyoruz. Gelecek bizi içinde bulunduğumuz sıkıntıdan kurtaracak, gelecek o maçı alacak, gelecek bize bir başka hayat sunacak... Yoksa bir plan, bir organizasyon, bir strateji, bir fikir peşinde olmak yoruyor bizi; ver şu topu Quaresma’ya, o ne yapıyorsa yapsın, biz de kaderimize razı olalım. Oysa değil Quaresma, Messi bile olsan Busquets’e ihtiyaç duyuyorsun, Busquets kaybedince, sen de kaybediyorsun.
Quaresma tamam, Münch tamam, peki Beşiktaş bunun neresinde? Bunun için kişisel tercih ve beğenilere bakmaya gerek yok, Beşiktaş tarihine bakmak kafi; Metin – Ali – Feyyaz. Bu oyuncuların belki de hiç biri Türk futbol tarihinin en önemli oyuncuları arasında
algılanmadılar. Oysa bundan 30 yıl sonra bile Beşiktaş denince hatırlanacaklar. Zira bu isimlerin, ayrı ayrı değil, bir bütün olarak bir anlamı var. Ulvi Güveneroğlu Beşiktaş’ta 800 küsür maça çıktı, şampiyonluklara ambargo koyan takımın önemli parçalarından biriydi
ama hiç A Milli olmadı. Çünkü Ulvi’yi var eden, o takımın bütünlüğüydü. Bu fikir, romantizm diye eleştiriliyor, artık devir değişti deniyor. Çocukların Beşiktaş’lı olması için yıldız transferi gerekli deniyor.
Sen emeğin, disiplinin, takımdaşlığın, paylaşmanın, yardımlaşmanın, kenetlenmenin, çalışmanın ve nasıl kazanacağına dair bir fikir
sahibi olmanın değerlerini ortaya koyarsan, o çocuklara sadece Beşiktaşlı olmak değil, hayatları boyunca kullanabilecekleri bir
değerler bütününü öğretmiş olursun. Esasında bence bu, çocukların Beşiktaş’lı olmalarından da, Beşiktaş’ın şampiyon olmasından da
daha önemlidir. Quaresma kimdir denirse; yanlış kararları kusursuz uygulayan oyuncu diyebilirim. Ernst, Münch, Hilbert kimdir denirse, doğru kararları ortalama yetenekle uygulayan oyuncular diyebilirim. Hepsinin bir yeri var. Olması gerektiği kadar.
Peki hangisi daha önemli? Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabından bir hikaye; Marco Polo Kubilay Han’a tek tek taşlarıyla
bir köprüyü anlatır... “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han. “Köprüyü taşıyan şu ya da bu taş değil, taşların
oluşturduğu kemerin kavisi” der Marco Polo. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra sorar; “Neden o zaman taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var o da kemer.” Marco Polo cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.” Futbolda taş da önemlidir, kemer de önemlidir, o kemeri kurgulayacak teknik direktör de önemlidir. Siz o taşların arasından bir tek Quaresma’yı çekip sadece ona odaklanırsanız, onu kutsarsanız, takımın ve hatta camianın mimarisi şaşırtırsınız. Taş yerinde ağırdır, Beşiktaş da yerinde ağırdır...
(Gürcan Ulusoy / Fitbol)