O kadar Orhan Pamuk okudum, bir şey fark etmedi ama Semih Saygıner’le bir bilek güreşi yaptım, hayatım değişti!.. Otuz yıldır ne zaman kolum ağrısa hatırlar, kulaklarını çınlatırım.
Daha da kimseyle bilek güreşi yapmadım. Dünya “Mr. Magic” der ya Semih’e… Zekası, icat ettiği 42 özel vuruşu, fantastik sayıları ve şampiyonluklarını boca ettiği o sihir kazanını dibine tutturmayan, Saygıner’in çelik bileğidir aslında. Doğuştan mıdır, çalışmaktan mı gelişmiştir bilemem ama büyüsü bileğinden başlar Semih Saygıner’in. Son derece dramatik bir şekilde öğrendim.
Ben ki, çok iddialıydım. Ergenliğimde Moda’da yenmediğim adam kalmamıştı. Tam da orta yaş psikolojisine girerken, Semih “bileğim çok güçlüdür” deyince dayanamadım “deneyelim” demez miyim. Foto muhabiri arkadaşım hazırdı röportajı süsleyecek bir kare almak için… Muhtemelen resim altını bile yazmıştı: “Yazarımız, Dünya Kupası kazanan bilardocuyu sınadı”!..
Ne yapalım?.. Geçen yüzyılda televizyon emekleme çağındaydı, bayrağı taşıyan yeni renklenmiş yazılı basında muazzam bir rekabet vardı. Doğasında sansasyon yoksa haberi/röportajı cazip kılmak için magazin ögeleri de katılırdı içine. Hele bilardo gibi küçümsenen adeta hor görülen bir spor söz konusuysa süslemek lazımdı. Görüntü almak için vizörden bakan arkadaşıma hızlandırılmış kamera gerekeceğini nereden bilebilirdim? Semih anında yatırıyordu bileğimi. Kolları normal görünümlü Temel Reis kıvamındaydı resmen. İddialı ve mücadeleci ruhunun yarışmacılığı ile muzip kişiliği gücünde insaf merhamet bırakmıyor, başladığı anda “küt” sesiyle sona erdiriyordu güreşimizi. Kütürdeyen benim elimin tersiydi.
Ben şaşkındım. Onun suratından yaramaz çocuk gülüşü eksik olmuyordu bir yandan. Ki, yaptığı işten keyif alan yüzündeki bu ifade; gelecekteki Dünya Şampiyonlukları arasına sıkıştıracağı -böyle büyük bir sporcu için heba edilmiş sayılacak- bilardoya mesafeli müzikli/şovlu dokuz yıllık gönüllü sürgünün bir işaretiydi belki. Otuz yıl önce anlamadık tabi. Elimdeki tarak kemikleri yumuşak örtüsüne rağmen tahta masada trampet çalarken “Çektin mi” diyordum arkadaşıma… Bir-iki-üç yanıt aynıydı: “Yetişemedim”! Biraz diren bari!.. Hezimeti bir kenara bıraktım işi aksatıyordum bir yandan. Keşke motorlu seri makinalardan olsaydı foto muhabirimde. Nerede!..
O pahalı aletler ancak lüks araçlara binen, çok şık giyinen, görseniz gazetenin ortaklarından sanacağınız elit foto muhabirlerinde bulunurdu! Bizim serviste çalışan mesleğin çömezlerinden bir tek Aydın Doğan’ın yeğeninde vardı. Bilardo işine gönderilen biraz mütevazıydı doğal olarak. Ustalık da eksik kalınca, gözden beyine, beyinden kaslara, kaslardan deklanşöre biyoelektrik etkileşim yetişemiyordu Semih’in güç patlamasına. Hiç unutmam bilek güreşimizden doğru dürüst tek kare bulamamıştık röportajı kullanırken. Zaten ne yazacaktım ki resim altına!
Bu Semih Saygıner’in ulusal basında yayınlanmış ilk röportajı ve bir ömrün yarısı kadar upuzun dostluğumuzun başlangıcıydı. İyi ki tembellik etmemişim, bilardodan pek haberi olmayanlara kanmamışım. “Mesleğimi, kişisel ilgi alanım bilardoya mı yönlendiriyorum acaba” türünden bir etik sorgulama yapmamışım kendimle. Balıklama dalmışım! Sonradan bilardonun Huduni’si olacak genç şampiyonun papyon kravatı ile Dünya Kupası kazandığını duyunca “bilardo spor mu oldu” diyenleri falan dinlemedim… Aradım buldum Semih’i ve karşıma oturttum acilen.
Çünkü, harmanda gözüm olmasa da tarlada izim var. Bana göre, lise çağımdan beri sporların en sofistike olanlarından biriydi bilardo. Geometrik ve analitik çalışan kafanın, haddini bilen güçlü kaslara ahenkle hükmetme öyküsünü hiç durmadan yazabilecek, strateji ve sağlam sinirlere sahip olanların yüksek seviyeye ulaşabileceği bir aristokrat sporuydu. Hele o güne kadar hayal bile edilemeyen uluslararası şampiyonluk için, hepsini binle çarpmak gerekliydi. Yarım yüzyıl önce gel de anlat çevrene!
Benim talebeliğimde sadece temiz pak kahvehanelerde vardı nizami ölçülerde bilardo masası. Gerisi lunapark oyuncakları… Hiç unutmam Kadıköy İskelesi’ndeki büyük kahvehanede ustalar oynar, masanın altına közlenmiş mangal sürerlerdi bantlar ısınıp formunu bulsun diye. Bizim gibi bilardo çömezlerine çıkma ıstaka bile vermezlerdi muhtemelen. Bilmiyorum, çünkü orada oynamaya hiç cesaret edememiştim yeni yetmeyken. Moda’daki Sevinç Kıraathanesi, iki tane rezistanslı masayla açılınca, uzay mekiğinde sandık kendimizi. Lakin, okey taşına, iskambil kağıdına (poker dışında) el sürmesem bile aile-öğretmen-eş-dost açısından kahve kuşuyduk sonuçta.
İnadına da yekpare camdan bir yüzü Moda Kadıköy dolmuş durağına bakardı Sevinç’in. Tanıdıkları kollayıp sipere mi çekileceğiz, bilardo mu oynayacağız belli değildi. Masrafı da cabası… Zira ben hep yenilirdim. Çünkü oyunumu geliştirmek için İstanbul şampiyonu Serkis dahil oraya gelen en iyi bilardoculara maç teklif ederdim. İnsaflı olan biraz avans verirdi ama insafın da haddi vardı… Hesabı bana ödetecek kadar! Bu nevrotik bilardo-gençlik ilişkisi ardından gazeteciliğimin erken dönemlerinde Semih Saygıner adında bir genç Dünya Kupası’nı Türkiye’ye getirince gözlerim parladı tabi. Hissettim… Bilardoyu kahvehanelerden böyle sporcular kurtaracaktı. Semih Saygıner ve o gün için inanılmaz zaferi rol model alacaktı gençlere. Gençlerin zorladığı bir talep karşısında kimse duramazdı. Aynen öyle oldu.
Semih Saygıner, şampiyonlukları otomatiğe bağlayıp bilardoyu popüler hale getirmek yanında, sosyal/girişken/esprili kişiliği ile Bilardo Federasyonu kurulmasından salonların yaygınlaşmasına, Türkiye’nin şampiyonalara ev sahipliği yapmasına kadar her şeyin başlangıcı veya sebebi oldu. Semih’in sportif hikayesi mutlu başladı, mutlu sürüyor ama içinde çok mutsuz süreçler de vardı. Elbette burası Türkiye idi ve hiçbir başarı “cezasız” kalmazdı. Federasyon Başkanı olmadan önce, kısa başkanlığı süresince ve başkanlığı ardından Semih’i elinde ıstakası değil, dosyalarla görmeye başladım sık sık. Davalar, iftiralar, çelmeler. Bilardonun gelişiminden rant umanların öyle yoğun saldırılarına uğradı ki, dokuz-on yıl bilardoyu ve muhtemel sayısız şampiyonluğu rafa koyup popüler kültürde oyalanmasına kızmamak lazım Semih’in. Bıkmıştı… Kızgındı… Küskündü.
Açık söyleyeyim, tüm bu git-gellere karşın otuz yıl önce yaptığım ilk röportaj sırasından tahmin bile edemeyeceğim bir şampiyonluk listesine sahip bugün. İlginçtir… O gün, ilk büyük kupasını aldığında, yerinde duramayan, enerjik, güleç, genç Semih, tutturduğu oyuncağa kavuşmuş bir çocuk kadar sevinçli olsa da derinlerde bir hüzne sahipti bir yandan. Mesleğin ustalarından öğrendiğim gibi hiç alakası olmadığı bir anda sıkıştırdım merak ettiğim gözlemimi:
“Bu noktaya gelirken çok zorlanmış gibi duruyorsun”
Lafı eğip bükmeyen tıpkı oyunu gibi en zora kolay hissi veren bir tarzı vardı konuşurken. Henüz çocuk yaşta ailesini elim bir kazada nasıl kaybettiğini, ne kadar zor bir gençlik geçirdiğini, okulu bırakmak zorunda kaldığını, bilardosunu ilerletebilmek için sabaha kadar antrenman şartıyla bilardo salonunda gece bekçiliği bile yaptığını gümbür gümbür anlattı. Saygım katlandı… Yeteneğini emekle pekiştiren kendi kendini çok iyi yetiştirmiş irade sahibi bir adamdı. Büyük aşkı bilardo, futbol gibi zengin bir aileden değil, esamesi okunmayan bir sınıftandı ama bilardo onu, o bilardoyu öylesine sarıp sarmalamıştı ki, birlikte yüceliyorlardı. Zaman içinde ikisi de hak ettikleri mertebelere ulaştılar. Bilardo soyundaki asalete kavuştu, Semih ise tükenmez gayretinin, eforunun, yeteneğinin vaat ettiği Dünya Şampiyonluklarına… Hem de bir sporcu için akıl almayacak kadar büyük aralıklarla. Nasıl mı? Bileğinin hakkıyla! Ben çok iyi bilirim o bileğin gücünü.
Semih Saygıner, şampiyonlukları otomatiğe bağlayıp bilardoyu popüler hale getirmek yanında, sosyal/girişken/ esprili kişiliği ile Bilardo Federasyonu kurulmasından salonların yaygınlaşmasına, Türkiye’nin şampiyonalara ev sahipliği yapmasına kadar her şeyin başlangıcı veya sebebi oldu.