10.07.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:
Ünlü İngiliz film yapımcısı David Puttnam, 1977 yılında bir gün evinde gripten yatıyordu.
Sporun ruhunu yansıtacak bir hikaye peşindeydi ve hazır evdeyken Olimpiyat tarihiyle ilgili hikayeleri inceliyordu. İşte tam o sırada 1924 Paris Olimpiyatları’nda Britanya takımında yaşananları fark etti. Harold Abrahams ve Eric Liddell’ın yaşadıkları 3 yıl içinde Ateş Arabaları (Chariots of Fire) isminde bir film haline getirildi. İngiliz yönetmen Hugh Hudson’ın yönettiği film, “En iyi Film” dahil 4 dalda Oscar kazandı. Vangelis’in müziği de unutulmazlar arasına girdi.
Ağabeyleri de sporcuydu
Filmde Ben Cross’un canlandırdığı Harold Abrahams, 1899 doğumlu Musevi kökenli bir İngiliz’di. Babası yıllar önce Polonya’nın Rusya işgalindeki bölümünden İngiltere’ye göç etmişti. Ağabeyleri Britanya’yı daha önce Olimpiyat Oyunları’nda temsil etmişlerdi. Abrahams ise 1920’de Antwerp’te 100 metre ve 200 metre yarışlarına katılmış ancak çeyrek finalin ötesine geçememişti. Paris öncesinde egzantrik antrenör Sam Mussabini ile çalışmaya başladı.
Mussabini 1908 Olimpiyatları’nda Reggie Walker’ı zafere ulaştırmıştı. Kökeninde Türklük ve Araplık da bulunan kurt antrenör, Abrahams’ın özellikle adımlarının uzunluğu konusunda uyarılarda bulundu. Antrenmanlarda başarılı sporcu, elinde bir bantla dolaşıyor, her adımının nerede bitmesi gerektiğini işaretliyordu.
Uzun atlamadan kaçtı!
Uzun atlamada da 7.38 ile Britanya rekoru kıran Abrahams, Paris için 100, 200 ve 4x100’ün yanı sıra uzun atlama için de kadroya dahil edildi. Ne var ki Daily Express gazetesine gelen isimsiz bir mektup, Abrahams’ın uzun atlamada yarışmasını eleştiriyordu. Aslında bu mektubu İngiliz atlet yazmıştı ve bu sayede uzun atlamadan affını istedi.
Paris’te Abrahams’ın çok güçlü rakipleri vardı. 1920’nin şampiyonu dünya rekortmeni Charley Paddock ve Jackson Scholz finaldeki 4 Amerikalıdan ikisiydi. Seçmelerde 10.6 ile iki kez Olimpiyat rekorunu egale eden Abrahams, altın madalya şansının olduğunu anlamıştı.
Mussabini final öncesinde, “Sadece 2 şeyi düşün. Tabanca ve ip. Birinin sesini duyunca deli gibi koş ki diğerini finişte koparabilesin” diyordu.
İlk yarısı başa baş geçen koşunun sonunda mutlu sona ulaşan Abrahams oldu. Gümüş alan Jackson Scholz’a yıllar sonra Abrahams ile ilgili hatırladığı şey sorulduğunda finaldeki kaybını hatırlatarak, “Poposu” demişti. Filmin aksine 200 metre finali 100 metreden sonra yapıldı. Scholz kazanırken Abrahams son sırada kaldı. 4x100 metre bayrak yarışında ise Abrahams’ın sürüklediği Büyük Britanya ekibi gümüş madalya elde etti.
Bir yıl sonra bıraktı
Harold Abrahams bir daha Paris’teki kadar iyi koşamadı. 1 yıl sonra uzun atlarken kasığından sakatlandı ve sporu bırakmak zorunda kaldı. Abrahams her zaman atletizmin içindeydi. Ünlü bir avukat olan Abrahams, 1978’deki ölümüne kadar radyo yorumculuğundan kitap yazarlığına birçok konuda bu spor dalına hizmet etti. Hatta bir dönem Britanya Atletizm Federasyonu başkanlığı yaptı.
Yıllar sonra, eski bir sporcu olan Nobel Barış Ödülü sahibi İngiliz politikacı Philip Noel Baker, Abrahams’ı şöyle niteliyordu, “Her zaman için Abrahams’ın Jesse Owens gibi Ralph Metcalfe gibi Amerikalı sprinterleri geçebilecek tek Avrupalı olduğunu düşündüm. Bunu sadece müthiş fiziği, yarış konsantrasyonu ve büyük olaylarda gösterdiği istek nedeniyle söylemiyorum. Abrahams inanılmaz atletizm bilgisi ve kazanmak için ortaya koyduğu beyin gücüyle bunu hak ediyor.”
Düştü, kalktı, geçti
Abrahams’ın son sırada kaldığı 200 metrede bronz madalyayı Britanyalı Eric Liddell kazanmıştı. Filmde Ian Charleson’ın canlandırdığı Liddell’ın yaşadıkları, Olimpiyat tarihinin en ilginç hikayelerinden birisi olarak kabul ediliyor.
İskoç Liddell, 1902’de babasının misyoner olarak görev yaptığı Çin’de dünyaya geldi. 5 yaşında İskoçya’ya dönen Liddell, ragbi üzerine yoğunlaşmıştı. Ama bir kariyer değişikliği yaptı ve atletizme geçti. 1923 yılında Britanya Şampiyonası’nda hem 100 hem 200’de şampiyon olunca gözler ona çevrildi. Ama 1 ay sonra yaşananlar ününü asıl pekiştiren şey oldu. İngiltere ve İrlanda arasındaki atletizm mücadelesinde 400 metrede koştu. Ancak Liddell dengesini kaybedip yere düştü. Yarışı bırakması bekleniyordu. Neredeyse 20 metre geriye düşmüştü. Ama Liddell kalktı, rakiplerine yetişti ve sonrasında onları geçti.
Liddell, babasının da etkisiyle koyu bir dindardı. Paris Olimpiyatları’na hazırlanırken aldığı bir haberle sarsıldı. 100 metre seçmeleri pazar günü yapılacaktı. Ve bu durum Liddell için kabul edilebilir bir şey değildi. Filmde Liddell, programı Paris yolunda öğrenir. Gerçek yaşamda ise haftalar öncesinden program bellidir. Onun fikrini değiştirebilmek için Galler Prensi dahil önemli kişiler devreye girer. Ama Nuh demektedir Liddell ama peygamber dememektedir.
İlginç stili vardı
Yine filmdekinin aksine 400 metrede yarışması da öyle dramatik bir şekilde gerçekleşmez. Yani başka bir atlet yerini ona vermez. Uçan İskoç lakaplı atlet, vatansever olmamakla suçlanmaktadır. Paris’te 100 metre yarışları yapılırken Liddell, şehirde bulunan bir İskoç kilisesinde vaaz vermektedir. 200 metrede bronz madalyayı elde eden Liddell 400 metre için büyük favoriler arasında gösterilmemekteydi. Olimpiyat’a kadar 49 saniyenin altına inemeyen Liddell’ın yarı final serisini 48.2 ile kazanması bir göstergeydi aslında.
Liddell’ın ilginç bir stili vardı. Kafasını arkaya doğru atıyor, ağzını açıyordu. Hatta birçok spor tarihçisi onun en kötü stile sahip Olimpiyat Şampiyonu olduğunu iddia eder. Liddell’ın 400 metre seçmelerindeki performansı şaşkınlık yaratırken, tribünde onu izleyen Amerikalılar kahkahalar atıyordu. Onlarla birlikte tribünde yer alan Abrahams ise uyarmayı ihmal etmiyordu Amerikalılar’ı, “İnsanlar ona gülebilirler. Bırakın gülsünler. O istediği yere ulaşacak.”
Pazar günü koşmadı
Finalde en dış kulvarda yer alıyordu Liddell. Öyle bir 200 koştu ki eminiz ki o dönemin atletizm otoriteleri 22.2 saniyelik bu ilk bölümü “Çılgınca” bulmuştu. Ama İskoç atlet ne ritmini kaybetti ne de liderliğini. Hatta farkı 5 metreye kadar açtı ve 47.6 ile Olimpiyat rekoru kırarak şampiyonluk ipini göğüsledi. Temposu o kadar baş döndürücüydü ki onu yakalamaya çalışan Amerikalı John Taylor ve İsviçreli Josef Imbach dengelerini kaybetti. Imbach, yarışı bitiremezken Taylor en geride kalan isimdi. Liddell 4x400 finalinde de pazar günü yapıldığı için yer almadı. Britanya favori olduğu bu dalda bronz madalyada kaldı.
Toplama kampına gitti
Olimpiyat sonrası Liddell, İskoçya’da kahramanlar gibi karşılandı. Edinburgh sokaklarında coşkuyla selamlandı. 1925’te Çin’e giden ve misyonerlik çalışmalarına başlayan Liddell, İkinci Dünya Savaşı’na kadar iki kez daha İskoçya’ya döndü. Çin’de çeşitli festivallerde koştu ve hayranlık kazandı. Savaş sırasında eşini ve 3 kızını Kanada’ya gönderdi. Ama kendisi uyarılara rağmen Çin’de kalmaya devam etti. Çin’i işgal eden Japonlar tarafından bir toplama kampına götürüldü. Beynindeki tümör de buna eklenince 1945’te 43 yaşında öldü.
Sadece 1 Olimpiyat’ta boy gösterebilen büyük bir atlet yaşamını yitirmişti. 1990’da Charles Walker isimli bir mühendis, Çin’de onun kabrini tespit etti. Welfang’da 9 Haziran 1991’de İskoç granitinden yapılmış bir anıt açıldı.
Film uğurlu gelmedi
1980 Moskova Olimpiyatları’nda bir başka İskoç Alan Wells, 100 metrede şampiyon oldu.
Kendisine, “Bunu 2 yıl önce ölen Harold Abrahams için mi kazandınız?” şeklinde bir soru yöneltildi. Wells ise, “Aslında bunu daha çok Eric Liddell’a adamayı istiyorum” diyordu.
Liddell 2002 yılında İskoçya Ünlüler Müzesi için yapılan oylamada en çok oyu alan isimdi.
Gerçek yaşamla arasındaki farklılıklara rağmen gelmiş geçmiş en iyi spor filmlerinden birisi olan Ateş Arabaları, oyuncularına pek uğurlu gelmedi. Liddell’ı oynayan Ian Charleson ve Jackson Scholz’u oynayan Brad Davis, AIDS nedeniyle genç yaşta dünyadan ayrıldılar.