Maçın başında Manisaspor çok yorgun görünüyordu. Bireysel fiziksel durum olarak olmasa da, kupa maçı, toplam organizasyon açısından ev sahibi takımı çok yormuş gibiydi. Yani kim, kime pas verecek, kim nerede duracak düşünemez halde gibiydiler.
Galatasaray ise geçen hafta taraftarın verdiği tepkiyle rahatlamış durumdaydı. Sanki, “Daha kötü ne olabilir ki!” diye düşünüyorlardı. “Küme düşsek taraftar daha kötü ne yapar?”
İkinci yarıda görüleceği üzere bu onları daha iyi bir takım yapmadı. Ama bireysel olarak rahatlamış, dibe vurmuş (şampiyonluk yarışında nasıl oluyorsa artık) güvenleri yerine gelmiş gibiydiler. İlk yarıda bariz üstünlüğü böyle sağladılar. Karşılarında 2 pas yapamayan bir ekip vardı. Onlar daha rahat ve güçlüydüler.
Burada bir adama bir parantez açmak belki de yazıda sadece ondan bahsetmek lazım. Çünkü Rijkaard bir savunma takımı yapmıştı. Liderliği de o yapıyordu.
Tüm bu bireysel oyunun ortasında “tek başına organizasyon” yapan bir adam vardı. Avustralyalı bir savunmacı. Lucas Neill, Bülent Korkmaz ruhuyla sahadaydı sanki. Üstüne takımı ayakta tutan bir oyun aklı ve yetenek koyuyor, takımı ayakta tutuyordu.
Neill, Galatasaray’ın sadece savunmasını değil orta sahasını hem uyarıları hem de performansıyla organize etti. Sahadaki herkesten farklıydı. Ülke imajı mı arıyorsunuz? İşte böylesi artırıyor. Onu seyrettikten sonra tüm yabancılarınızı Avustralya’dan alın diyorsunuz.
İkinci yarıda Manisaspor daha arzulu olduysa da sahaya irade ve organizasyon koyamadılar.
Karşılarında da bir şampiyon adayına yakışan irade ve organizasyon yoktu. Tabii Neill dışında.
Avustralyalı bu açıdan sadece belli dakikalarda Arda’dan destek aldı diyebiliriz. O oyundan çıktıktan sonra takımın tüm dik duruş ihtiyacı yine onun üzerine kaldı.
Kusura bakmayın. Dün akşam için bir organizasyondan ve performanstan bahsedemeyeceğim. Çünkü yoktu.
Sadece şunu söyleyebilirim. Eğer bugün itibarıyla Galatasaray yarışta varsa tek sebebi Lucas Neill’dir.