Bochum Savcılığının şike ve bahis dosyası patladığı vakit de böyle sarsılmıştık.
Kolay mı?
Avrupa’nın şaibeli dokuz ülkesinden biri olmuştuk.
Hiç yakıştıramamıştık kendimize.
Oysa yıllardır bu pisliğin üzerinde oturduğumuzu biliyor, ancak ne hikmetse bulaşanları yakasından tutup “işte budur” diyemiyorduk.
Tuttuklarımıza da 6 ay sonra milli forma teslim ediyorduk.
Arada esas oğlan rolündeki bazı futbolcu ve kulüpleri görmezden gelmek de cabası!
Bugünlerde yine şaşkınız.
Devlet üstün madalyası almış bir milli futbolcunun cezaevine konmasını neredeyse ağlayarak izliyoruz.
Süper ligde forma giymiş bir kalecinin tutuklanmasını, iddialar gündeme geldiğinde “benim olduğum yerde bunun adı bile geçmez” diye racon kesen bir kulüp başkanına kelepçe takılmasını hayretle takip ediyoruz.
Süper ligin önemli kulüplerine futbolcu pazarlayan, başkanları ile fotoğraf çektiren menajerin çirkinliğin parçası olmasına anlam veremiyoruz.
Ahh içimizdeki o insan sevgisi yok mu?
HHH
Yaşananları ibretle seyreden toplum, şimdi bu operasyonun doğuracağı sonuçları merak ediyor.
Tutuklanan ve aranan şahısların suçları sabit görülürse, nasıl cezalandırılacağını görmek istiyor.
Öncelikle şunu söyleyelim, işi bu aşamaya getirenleri kutluyorum.
Emeklerine saygı duyuyorum.
Olayın ısrarla üzerine giden Futbol Federasyonunu, savcıları, emniyet yetkililerini takdir ediyorum.
Fakat bazı yanlış algılamaları da es geçemiyorum.
Ne konuşuluyor?
“Herşey Futbol Federasyonu’nun 4 Ağustos 2009 tarihinde Sarıyer Savcılığı’na yaptığı suç duyurusu ile başladı.”
Evet, federasyon üçüncü ligdeki üç maçla ilgili şike tahkik incelemesinde “delil yok, ciddi şüpheler var” kararına ulaştıktan sonra, elindeki ip uçları ve kişilerin isimlerini savcılığa iletti.
Neden?
Çünkü ceza kesecek talimatı ve hukuki yaptırımı yoktu.
Rahmetli Hasan Doğan dönemindeki ilişkiler de olmadığı için, telefon takibi gibi bir risk alınamazdı!
Lakin savcılığı devreye sokmak doğru hamleydi.
HHH
Bugün gelinen noktada Futbol Federasyonu’nun olağanüstü çabası ve iyi niyetinden zerre kadar kuşkumuz yok.
Takipçiliği, savcıları harekete geçirmesi, bilgi paylaşımı, şike ve bahis illetini bitirme kararlılığının göstergesi.
Ancak atlanan konu şu;
Almanya’da Bochum Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma olmasa, aylar süren çalışmalar sonunda Türkiye için 600 sayfa açılmasa, o iddialar, övünerek söylüyorum onca ölüm tehdidine karşın sevgili meslektaşım Çiğdem Hızkan tarafından ele geçirilip Milliyet Gazetesi’nde günler boyu yayınlanmasa, bunun üzerine federasyon yönetim kurulu üyesi Yunus Egemenoğlu’nun çabasıyla Almanya’dan getirilen belgeler Sarıyer Savcısı’na verilmese, üçüncü ligdeki üç maçın izini sürerek bu kadar geniş kapsamlı bir operasyon yapılabilir miydi?
Elbette hayır.
Gözaltına alınan ve tutuklanan isimleri bakın.
Önemli bölümü Bochum Savcılığı’nın iddianamesinde adı geçen şahıslar değil mi?
Aralarında federasyon ve savcılığın çalışması sonucunda saptanan zanlılar da var.
Adı her iki soruşturmada örtüşenler de.
Hal böyle iken Bochum gerçekleri görmezden gelinemez.
Bir başka bakış açısıyla, Almanya’daki skandal ortaya çıkmasa, 56 olduğu söylenen ve daha da artacağı ileri sürülen gözaltı ve tutuklamalar yapılamazdı.
Mütevazı davranamam, medyanın sürece çok önemli katkısı oldu.
Aslan payı belki Federasyonun, belki de Bochum veya Sarıyer Savcısı’nındır.
Dolayısıyla Türk futbol tarihinin mihenk taşlarından biri olması beklenen dönemde saptamalar yaparken, yiğidin hakkını yiğide vermek en sağlıklı yaklaşımdır.
‘Fenerasyon’ kavgası (2)
“İddia ediyorum, en ufak bir hakem hatasında, hukuk kurullarının Fenerbahçe aleyhine vereceği bir kararda gazete manşetleri Aziz Yıldırım’ın federasyonu hedef alan sert açıklamaları ile süslenecek. Gerilim, gözyaşı, sevinç, komplo teorileri, tekmili birden artık bu ligde!”
Yukarıdaki cümleler 9 ay önce 27 Haziran 2009’da bu köşede yer aldı.
O günlerde Fenerbahçe Kulübü ile Futbol Federasyonu arasında yaşanacak olası gerilimin sinyallerini vermek bir kehanet miydi?
Ya da sarı-lacivertli kulübün ligin sonu yaklaşırken sesini yükselteceğini öngörmek?
Asla.
Aziz Yıldırım ve kurmaylarının dünkü basın toplantısında ortaya koydukları örnekler her sezon yaşananlardan farklı değildi.
Üstelik hemen her takıma yapılan hataları ve tartışmalı kararları içeriyordu.
Ve herkes tepkisini farklı biçimde veriyordu.
Aynı ortamı paylaştıklarında, mesela Kulüpler Birliği toplantısında tek bir ağızdan konuşuyor, dışarı çıktığında telefona sarılıp Federasyon Başkanına duydukları güveni dile getiyordu çoğu da!
Birlik gibi görünüp asla birlik olamayacak kadar kendi çıkarlarını gözettikleri için, sıkıntı yaratan konuların üzerine gitmek işlerine gelmiyordu.
Aziz Yıldırım dün ilk kez Futbol Federasyonu’na karşı bayrak açtı:
Geçmişe baktığımızda benzer çıkışları pek çok federasyon başkanına yaptığını anımsayabiliriz.
İmza kampanyalarına destek verip, olağanüstü genel kurul toplama girişimleri olduğunu da ha keza.
Yıllardır bu mesleğin içindeyim.
Kemal Ulusu’dan, Erdoğan Ünver’e, Halim Çorbalı’dan Ali Uras’a, Haluk Ulusoy’dan Levent Bıçakcı’ya eleştirilmeyen tek bir federasyon başkanı gelmedi. (Hasan Doğan’ı dahil etmiyorum, onu eleştirmek doğrudan Başbakanı eleştirmek sayılırdı ki, buna cesaret edecek kulüp başkanı çıkamazdı)
Şu sorunun yanıtı önemli;
“Özgener’e 1.5 yıl tahammül edemeyenlerin, yarın Mehmet Atalay veya bir başkasına aynı tavrı koymayacaklarının garantisini kim verebilir?”
Hiç kimse.
18 kulübü birden memnun eden tek bir federasyon başkanı göremedim bugüne dek.
Sorun Ahmet - Mehmet değil.
Sıkıntı, devasa bir camiayı yönetenler ile milyonlarca taraftarı temsil edenlerin oturup konuşamaması.
Diyalogdan kaçması, şikayet edilen konuları çözme isteksizliği.
Hataları görememe, görse bile düzeltme girişiminin gücünü zayıflatacağı korkusu.
Söyleyin lütfen;
Futbolun marka değerini küfür eden taraftar mı, rakibine tekme atan futbolcu mu, yalan haber yapan gazeteci mi, yoksa sorumluluklarını unutup en tepede kavga edenler mi düşürüyor?