Hiç kızmayın, bu hafta spor falan yazmayacağım. Rotayı farklı bir kulvara, sosyal hayata, o yaşamdaki değerli fotoğraflara ayıracağım.
Bizler gazeteciyiz, spor yazmak belki ekmek paramız, yaşam biçimimiz olabilir. Ne var ki, sadece sporla haşır-neşir değiliz.
Sinema Sevenler Derneği (Çiçek), sosyal hayatımızın ilk durağı oldu yıllardır... Burası sanatçı ve gazetecilerin buluşma noktasıdır. Sohbetler sadece spor üzerine kurulu değildir. O masalar, duyarlı insanların ülke sorunlarına düşüncelerini açık açık ortaya koyduğu yerlerdir.
Hele bir köşe var ki, orası anlatılmaz yaşanır. Rutkay Aziz, Tarık Akan, Arif Keskiner, Nuri Dikeç, Bülent Kayabaş, Aladdin Aksoy, Zeki Ökten, Şerif Gören, oranın gediklileriydi. Levent İnanır, Menderes Samancılar, Faik Gürses, Kenan Tuncer ve Nebil Özgentürk... Fırsat buldukça o köşedeki buluşmalarda yerimizi aldık. Köşedeki o dört sandalyeli tek masa, zaman içinde eklemelerle büyüdükçe, büyüdü. Ancak yıllar geçtikçe o kareden eksilmeler de oldu. Yedi yıl önce Zeki ağabeyi kaybettik, Çiçek’de asılı fotoğrafıyla bizi gözetliyor hep. Her zamanki sevecenliğiyle...
Ne yazık ki, bir fotoğraf daha eksildi o masadan... Rutkay ağabeyimizin dediği gibi, “İlkeli, onurlu, gururlu, ödün vermeyen, kavgacı” Tarık Akan’ı da uğurladık. İçimiz onarılamaz biçimde yandı. Sadece biz değil, Türkiye, sayıları gittikçe azalan adam gibi bir adamı daha kaybetti.
Tarık Akan gibi yeri doldurulması mümkün olmayan değerleri, gelecek nesillere anlatmak, gizli kalmış anılarını paylaşmak bizlerin asli görevidir. Atatürkçüydü, devrimciydi. Ülkenin sorunlarına duyarlı, emeğe müthiş saygılıydı Tarık Akan...
En yakın dostlarından Arif Keskiner’in bir iki anısını buradan paylaşmak istiyorum. Sözü Arif Keskiner (Çiçek Arif), ağabeyimize bırakıyorum:
‘YILMAK YOK MÜCADELEYE DEVAM’
“İnsan durup, durup ağlar mı? Son günlerde böyle olmaya başladık. İnanamıyorum, acaba yaşlılıktan mı, yoksa çok sevdiğim bir dostu kaybetmeyi kabullenemekten mi? Daha on gün önce, bir pazar günü rahatsızlanıp hastaneye yatmıştı. Rutkay telefon etti, haber verdi, korkuyla hemen hastaneye koşmuştum. Rutkay, Kıymet ve Nebil ile birlikte... Yatakta güleryüzle karşılamıştı bizi, ‘Merak etmeyin, bir şeyim yok, çarşamba çıkarım. Perşembe günü de Çiçek’te buluşur, tavla oynarız’ demişti. Gerçekten de öyle yapmıştık, oyun 4-0’dan 4-4 olunca Tarık tavlayı kapattı. Ben de kendisine, ‘Ne o yine Zeki Ökten rahmetliyi hatırladın galiba’ dedim. Zeki de dört dört olunca, ‘Bu oyunun yeneni olmaz’ deyip tavlayı kapatırdı hep... Tarık, eliyle bana bir hareket yaptı, ‘s....et’ dedi, yarım kadeh şarabını yudumladı ve ‘Hadi ben gidiyorum, yollar kalabalık olmadan gitmeliyim’ dedi.
Ertesi gün tekrar rahatsızlandı, yine hastaneye yattı. Bu olayları beş-on kişinin dışında kimse bilmiyor. Saklıyoruz elbette... Her gün yanına gidip-geliyorduk. Gözümüzün önünde eriyordu ama o gülümsemesini hiç kaybetmiyordu. O sıralarda Yılmaz Güney için Adana’da bir anma günü düzenlenmişti. Sanki bütün Adana oradaydı. Adanalı, yıllar sonra hemşerisi Güney’e sahip çıkıyordu. Ben, Menderes Samancılar, Levent Özdilek ve birkaç arkadaş daha konuşmamızı bitirdikten sonra sunucu Fatoş Güney’i sahneye davet etti. Fatoş, konuşmasını yaparken, sunucu bizim için bir sürpriz sözle araya girdi ve daha önceden Tarık Akan’la görüştüklerini, gelemeyeceğini, hastanede yattığını söylemiş, ama telefonla katılabileceğini belirtmiş. Nitekim Tarık telefona bağlandı, Fatoş ile konuşurken, bütün salon son kez sesini duyuyordu onun... Son sözü, ‘Yılmak yok, mücadeleye devam’ oldu. O koca salon, sesini duyan, mutlu insanların hıçkırığına ve gözyaşlarına boğulmuştu. Ertesi gün döndüm Adana’dan doğru hastaneye gittim. Onu son görüşüm oldu.
Giderken, yüz binleri bir araya toplayarak gitti. Sanki, ‘İşte bugünkü gibi birlik olun, bir araya gelin, Atatürk’ün bizlere emanet ettiği o güzelim Cumhuriyet’e sahip çıkın’ der gibiydi. O güzelim gülüşüyle hepimize el sallıyordu. Tabii, onun dilinden anlayanlara... Örneğin ben böyle anladım. Bilmem, belki başkası başka türlü anlamıştır. Işıklar içinde uyu, sevgili dostum Tarık’ım.’
O GECE, İŞTE O FOTOĞRAFIN ANISI
Bir anı da Faik Gürses ağabeyimizden:
Geçen yıldı. Prag’da oynanan, Çek Cumhuriyeti-Türkiye maçından (0-2) yeni dönmüştük. Prag’a gidilir de, Slavia Cafe’ye uğranmaz mı? Nazım Hikmet’in Prag’ta yaşarken hayatının büyük bölümünü geçirdiği Slavia Cafe’ye girdiğimizde garson bizi sıcak bir ifadeyle karşılamış ve anında, “Türksünüz galiba” deyip Nazım Hikmet’in oturduğu yere götürdü bizi. Odayı andıran yerde bir de büyük ustanın resmine rastladık. Ancak resim hem Nazım Hikmet’in o heybetini andıran oranda değildi, üstüne üstlük biraz da yıpranmıştı. Türkiye’ye dönüşte, bizimde hayatımızın yarısının geçtiği Çiçek Bar’a uğradık. O gece Tarık Akan’a bu durumu anlattım. İşin üstüne o kadar hassasiyetle yaklaştı ki, hemen Rutkay Aziz ve vakfın sekreteryası Zerrin Hanım devreye girdi, resim yenisiyle değiştirildi.