Biz Küçükken Instagram Yoktu

Küçükken, kendime özel bir fotoğraf makinem olsun istedim çok . . .

1980'lerin son demlerinden bahsediyorum. Filmler yanarsa, babaların “tüh be!” diye yaygara kopardıkları zamanlardan.

Çekilen her karenin mutlaka en az çekirdek aile ve manzara fotoğrafı olmasına ciddiyetle önem verildiği zamanlardan. “Cheese!” diye hep bir ağızdan bağırıp (ben her seferinde bağırıyormuş gibi yapardım), illa ki kameraya baktığımız, gözlerimizin gece kırmızı çıktığı vakitlerden.

Oysa ben, Şeytanın Ayak İzi’nden, Altınkum Plajı’nda yaptığımız kumdan kale ve yanına iliştirdiğimiz plastik ekipmanımızdan (kova ve kürek!), Erdek’teki motel odamızın manzarasından, Mavi Mavi Aile Çay Bahçesi’ndeki o çok neşeli, bol ay çekirdekli geceden ya da Neşe Teyze’nin oğlu Cem’in sünnet düğünündeki toplu kareden bambaşka anları çekmek ve tekrar tekrar bakmak üzere saklamak istiyordum. (“Bizim kız biraz değişik”)

Haberin Devamı

Sonunda, bana her gelişinde harika kalem kutuları, rengarenk ataçlar ve teneke kutularını hala sakladığım şekerler getiren Almanya’daki teyzemden istemiştim fotoğraf makinesi, getirecekti. Ne yazık ki araya savaş girdi, dört sene memlekete gelemediler. Ben de ne öncesinde, ne de sonrasında ayaklarını yere vurup istediğini yaptıran çocuklardan olmadım hiç. Fotoğraf makinesi konusu böylece kapandı . . .

Öte yandan, herkes başka bir yöne bakarken, kendi algılarımın rüzgarına kapılıp zoom’ladığım anları fotoğraflamadan çocukluğumu harcamayacağımı, omzumdan bir an ayrılmayan ilham perimin kanatlarını indirmesine göz yummayacağımı biliyordum. Böylece kendi kendime anları çekmeyi öğrendim.

Gözlerimi monitör, çember şeklinde avcumun içine doğru büktüğüm parmaklarımı kadraj olarak kullandım. Biricik ilham perim de elbette ki sayıları gittikçe sonsuzu bulan fotoğraflarımın yegane sanat yönetmeniydi.

Sevdiğim bir defter, en güzel kalemimle bir araya geldiğinde resmini çektim. Birlikte çok güzel görünüyorlardı. Çalışma masamda sakladığım tahta kutumun kapağını açıp, içinde muhafaza ettiğim uğurlu zarların, renkli, şekilli silgilerimin, avuç içi kadar iskambil kağıtlarımın, babaannemin evinden yürüttüğüm gövdesi normalden uzun, kafası minicik, çiçek oymalı çay kaşıklarının fotoğraflarını çektim.

Haberin Devamı

Favori kıyafetim beyaz şortumu yaz sonunda bir piknikte giymiş, cebime de tek başıma çıktığım kısa keşifte ağaçtan topladığım böğürtlenleri doldurmuştum. Güya sürprizimin övünçlü sevinciyle annemin yanına koştuğumda, yüzündeki şaşkınlıktan bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım! Piknik dönüşü annem şortu çamaşır makinesine atmadan hemen önce fotoğrafını çektim ki, ikinci hayatındaki pembe hali yerine o en sevdiğim bembeyaz haliyle aklımda kalsın.

Her geçen gün işimde tecrübe kazanıyordum . . .

Mesela en sevdiğim kupamı kırılmadan önce fotoğraflamıştım. Çünkü kendi hülyalı dünyamın yanında, bir yandan içine ister istemez dahil olduğum büyüklerin dünyasının bana öğrettiği ilk şey, hiç bir şeyin sonsuza dek sürmeyeceğiydi.

“Hiç bir şey baki değil.”

”Her şeyin bir ömrü var.”

Ve daha da ileri gidip, çocuk hayallerimi kırıp dökecek kadar cüretli bir “Her güzel şeyin bir sonu var.”

Haberin Devamı

Ben de her ihtimali düşünerek (aman da büyümüş de ihtimalleri değerlendirirmiş) kupamı fotoğraflamıştım işte. Bu yüzden aradan yıllar geçmesine rağmen bir gün gerçekten de tuzla buz olan bardağın üzerindeki deseni; kayığa binmiş fil, tavşan ve ayı üçlüsünün yüzlerindeki neşeyi o günkü canlılıkla anımsarım.

Elbette hep makro çalışmadım; günün değişik anlarına ve yeryüzünün insan eli değsin, değmesin, benzersiz oluşumlarına da meraklıydım (Bak sen . . . )

İzmit’ten İstanbul’a geçtiğimiz hafta sonları gidiş yolunda, kayalara yerleştirilişine tutkuyla hayran olduğum çimento fabrikasını çektim, binlerce sefer. Pazar akşamları dönüş yolunda Kirazlıyalı’daki muhteşem evleri aldım kadrajıma. Apartmanların içi öyle ferahtır ki, bazılarında merdivenler açıktadır; işte o zaman apartmanın içinden deniz görünür. Kapılarda mutlaka bisiklet ve dev saksılarda yeşil bitkiler vardır. Anneleri ellerinde borcamlar, evin kapısını bir ayaklarıyla çekip, merdivenlerden bahçeye, ailelerinin yanına inerken çektim, onlarca kez . . .

Genelde büyüklere en gereksiz görünen kısma geldik. Herhalde elle tutulur gerçek bir fotoğraf makinem olsaydı, babamı henüz fotoğrafçının tezgahında çıldırtacak olan “gereksiz kareler” ve “boşa harcanmış paralar” bunlar olurdu. (Yaşasın!)

Gittiğimiz her sahilden topladığım ve dönüşte çok yük yapacağını düşünen annemin “en beğendiklerini götür eve” dediği için otel odasındaki son günümüzde, beyaz pikenin üstüne sererek özenle ayırıp, naylon bir torbanın içinde ve bavulun en dibinde eve getirdiğim taşlarımın fotoğraflarını çekerdim. Biz odayı boşalttıktan hemen sonra görevlinin battal boy mavi çöp poşetine gidecek olan ve ne yazık ki seçilmemiş taşları da çektim elbette. Taşındığımız evlerin terk edilmiş hallerini çektim. Kapının önüne çıkarılmış boş kutuların içindeki kırık tabakları, artık kullanılmayacak terlikleri ve bitik mavi tükenmez kalemleri çektim. Üstünde ismim yazan kutuların dibinde hep tek tabanca ataçlar olurdu.

Uzun yolculuklarda, yol kenarındaki tek tük kulübeleri, yalnız sokak köpeklerini, iki genç kızın birbirlerine sarılıp, çekirdek yiyişlerini çektim. Bazen, fotoğraflarımın üzerinde uzun uzadıya düşündüğüm günler olurdu. Mesela kasaba yolunda kol kola fotoğraflarını çektiğim genç kızların çok geçmeden ayrı ayrı evlere, belki hiç bir zaman onları omuzlarından öpmeyecek kocalara gelin verileceklerini düşünürdüm. Sokak köpeklerinin kim bilir kaç yıl daha yapayalnız ve hiç bir zaman “yeteri kadar” olmayacak yiyecekle, yollarda bir ileri bir geri yürüyeceklerini düşünürdüm. Öyle ki, çektiğim fotoğraflar hakkında kendimi derin derin düşünürken, hüzne kaptırır ve soru sorarken bulduğumda büyüdüğümü de anlamıştım. Olay artık sadece mutlu anlardan çıkıyordu, büyüklerin dünyası sonunda benim çocuk dünyamı eziyordu . . .

Çok da uzatmayacağım. Şimdi görüyorum ki, çağın insanları (hem de ucundan eskileri) anları görmeyi, onlara değer vermeyi yeniden öğreniyor. Teknoloji ve akıllı telefonlarımız, ne kadar hayatımızı karmaşıklaştırsa da, bir yandan bize ufak ve çocukça şeylerden tekrar zevk almayı öğretir gibi.

Artık kahve köpüğünde ya da mum ışığında kalp görmek dalga konusu olmuyor. Güzel bir yemek, tabak bozulmadan, soğuması pahasına kareleniyor. Deniz manzarasının içine herkes, o an kendine hoş gelen bir şeyi, mesela içki kadehini, sevgilisinin ayağını, uçuşan saçlarını, bir kedinin bıyığını ekliyor.

Öğretilmiş mükemmel manzaralar yerine, herkes kendine özel kadrajını konuşturuyor. Herkesten farklı bir anı görmek, anın içindeki espriyi, hüznü, her hangi bir başka duyguyu yakalamak için insanlar birbiriyle yarışıyor. Anları hemen her yerde şakır şakır paylaşıyoruz:

“Bakın, bunu da ben gördüm, ben yaşadım!”

Ben küçükken ne herkesin elinde telefon, ne de fotoğraf makinesi vardı . . .

Ben avcumu kadraj yapmışken “Instagram” da yoktu . . .

Ama geri kalan her şey aynıydı . . .

Her şey o zaman da birbirinin yanına yakıştırılabilir, iki defter, bir kalem üst üste bırakılabilir, kuma bıraktığımız güneş gözlüklerimizin içinden deniz yine şahane görünürdü. Bulutlar hep gökte, sıcak çayımız masamızda, ayaklarımız kimi zaman çimendeydi, çıplaktı da . . .

Eh zaten biliyorsunuz, uğur böcekleri hep yapraklardadır, sevgililer hep öpüşür, hele kediler her zaman oracıktadır. Annemizin yaptığı köfte, makarna da çok güzeldir, hem onlar patates püresinden maydanoz, havuç ve domatesle “adam” bile yapar.

Ve her bir an benzersiz ve başka biri için başkalarının gördüğünden başkadır.

Görebilene!

Fotoğraf: Rooze

@Vhilosopher

vuslaterkmen.com