Pazar“Yılmaz’a ‘Bu filmin kötüsü benim, biliyorsun değil mi?’ demiştim”

“Yılmaz’a ‘Bu filmin kötüsü benim, biliyorsun değil mi?’ demiştim”

05.05.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

“Kelebeğin Rüyası”nda kocası Yılmaz Erdoğan’ın yönetiminde kamera karşısına geçen Belçim Bilgin, kendine gelen eleştirilerle ilgili olarak “Bence bir tane kurban olacaktı çünkü çok güzel her şey. Hele Kıvanç’la Mert’in performansı olağanüstü. Ben film çıkmadan önce Yılmaz’a demiştim, ‘Bu filmin kötüsü benim biliyorsun’. Biri filme negatif bir şey söylemek isterse, beni kullanacak yani, biliyordum” diyor

“Yılmaz’a ‘Bu filmin kötüsü benim, biliyorsun değil mi’ demiştim”

Ne kadar güzel gözleri var diye düşündüm ilk kez yakından gördüğümde. Allah vergisi biçim ve rengin yanı sıra, bir oyuncunun çocuksu merakıyla bakıyor insanların yüzüne Belçim Bilgin. Kalbinizin derinliklerini okumak istercesine.
Hiç ısrarlı olmayan, sıcak bir merak. İlk bakışta sevdim. Antalya Televizyon Festivali’nin jüri üyeleri olarak kafa kafaya verip çok zorlu bir oylama sürecinde birlikte güldük, yedik, dertleştik. Ve İstanbul.
Güneşli başlayan bir gün, gri oldu, hava soğudu, planlar ve adres değişti... Son durağımız Belçim’in annesi Emine Hanım ve babası Abdurrahim Bey’in evi oldu. Beni şahane şekilde ağırladılar. Belçim’le yaptığımız röportajın ardından gelen kısırlı, mantılı aile sohbetinin tadına doyum olmadı. Hele Rodin’cik de uyanıp yanımıza geldikten sonra!
Dünya tatlısı bir aile. Muhafazakar köklerine rağmen kızlarının oyunculuk hayalini gerçekleştirmesinin önünde durmamışlar. Beni de içlerine böylesine alıp o günü çok özel anılarla süsledikleri için minnettarım. Belçim burada olsun, olmasın, bana en kısa zamanda ‘çay, kek, sohbet’ sözleri var! Benim de Adanalı bir aile mensubu olarak onlara kısır borcum...

“Kelebeğin Rüyası”, yılın en çok beğenilen filmi oldu. Kaç yıllık emek var üzerinde. Sen de çok çalıştın. Şimdi nasıl hissediyorsun kendini, rüyada gibi mi?

Çok mutluyum böyle bir filmin içinde yer aldığım için. Şimdi devamlı elime senaryo geliyor ama bir daha ne zaman böyle
bir şey yaşamak kısmet olacak diye düşünüyorum açıkçası.

Haberin Devamı

“Yılmaz’a sette bazen ‘Hocam’ diyordum”

Her zaman olmuyor...

Çok acayipti. Yani Yılmaz (Erdoğan) açısından da öyleydi. Yılmaz’ın biriktirdiği her şeyin toplamı bu film. Yani şair tarafı var, sinemasının geldiği şu anki son nokta var.
yedi yıl bayağı bunlarla yaşadı.

Film çekiminde zorlandın mı; kocanla, Yılmaz’la yönetmen-oyuncu ilişkisi nasıl oldu?

Ya, çok garipti. Hep birlikteyiz ama birlikte çalışmak başka bir şeymiş.

Nasıl bir yönetmen, otoriter mi?

Hayatı çok kolaylaştıran bir yönetmen ama salaklığa da tahammülü yok

Sertleşir mi?

Sertleşir ama sonra yumuşayıp anlatmaya çalışır. Oyuncusuna çok sabırlı.

Sevgili Yılmaz Erdoğan ile yönetmen Yılmaz Erdoğan arasında fark var mı?

Var. Ben sette ona yer yer “Hocam” diyordum. Ama bu gerçekten kendini zorlayarak ve sahte bir yerden çıkacak bir şey değil. Refleks olarak öyle geldiği için.

Haberin Devamı

Ne bileyim, kocan olarak söylediği bir lafa tahammül edemeyebilirsin ama yönetmen olarak söylediği zaman esas duruşa geçmen gerekir, oldu mu böyle?

Kesinlikle. Zordu ama çok güzeldi.
Hele harmoniyi yakaladıktan sonra.

“Kamera bir şey yapıyor ve o an ben değilim sanki”

Hayatında karşılaşmayacağı koşullar içerisinde olmak bir oyuncunun kaderi elbette her filmde. Mesela madene inme sahnesi zor muydu senin için?

Ya bilmiyorum nasıl oluyor. Oyunculuk böyle bir şey. Normalde korkak taraflarım da vardır. Savaşıyorum da onlarla ama kamera bir şey yapıyor ve o an ben değilim, sanki karakterim, Suzan beni kurtarırmış gibi hissediyorum. Suzan’ın merakı ve heyecanı içindesin, “Sen Suzan’sın” durumu korkulara yer vermiyor, yine de inerken garipti tabii.

Filmde en erotik sahne benim için, madene inmeden önce seninle Muzaffer’in (Kıvanç) birbirinin yüzlerine kömür sürdükleri sahne. Yılmaz’ın dehası tabii. Anlatsana ne hissettin?

Bunlar öpüşemiyorlar çünkü. Çocuk veremli. Fiziksel bir şey olmalı, bir yandan da çok âşıklar birbirlerine. Suzan ilk defa bir erkeğe dokunuyor. Gerçekten Yılmaz’ın dehası. Sahneyi okuduğum zaman da tüylerim ürpermişti, oynarken de. İşte öyle bir sahne yazılınca, oyuncunun o kadar iştahını artıran bir şey oluyor ki. Onların masum aşklarına da daha fazla cinsellik içeren bir sahne olamaz. Bütün o masumiyet ve hastalık parametrelerinin içinde çok acayip doyurucu bir sahne bence de.

Haberin Devamı

Bir de zannediyorum yine madende Kıvanç’ın bir an için çıplak gözüktüğü sahne var. Bu arada, gerçekten çıplak mı Kıvanç?

Evet.

“Ancak hikayeye hizmet ettiğine inanırsan bir filmde çıplaklığı ya da sevişme sahnelerini düşünebilirim” demiştin daha önce.

Aslında ha kavga sahnesi çekiyorsun ha başka bir şey çekiyorsun. Sinemadan bahsediyorsak aslında hayattan bir parça, bir kesitten de bahsediyoruz ya. Aslında su içmek kadar normal bir şey. Ama çıplaklık, sevişme gibi sahnelerin o hikayeye de hizmet etmesi şu anlamda önemli: Oyuncu olarak siz bir rol oynarken diyorsunuz ki “Elimde malzemem bu, ben buyum. Ben bundan nasıl bir Suzan çıkaracağım?” Ve gayet cömertçe ve safça, inançlı bir şekilde ona verebileceğiniz her şeyi, ruhunuzu, vücudunuzu, aklınızı profesyonel duygularla veriyorsunuz. Ama daha sonra bunun medyadaki yansıması başka türlü olunca-bizim daha toplumumuz buna çok fazla hazır değil, çok fazla yaralıyorlar- öyle sahnelerin bedeli çok ağır oluyor.

Haberin Devamı

İçinden o kareler alınıyor, bazen basına sızdırılıyor.

Bir de öyle şeyler var, o en korkunç kısmı. Zaten bir ekiple çalışıyorsan artık oralarda hiç şüphe olmasa keşke ama onların da örneklerini gördük.

“Çok besleniyorum Yılmaz’dan, bana öğrettiği çok şey var“

Bir grup ısrarla senin Yılmaz Erdoğan’ın eşi olmandan dolayı işte bazı projelerin içinde olduğun inancında...

En son artık bizim jürimizle (Belçim, Antalya Televizyon Ödülleri’nde jüri üyesiydi) ilgili de öyle şeyler duydum. Cannes’la ilgili bile söylediler Defne! Yılmaz Cannes’da demiş ki, “Benim karımın oynadığı filme ödül verin” (kahkahalar).

Bir yönetmenin her şeyin ötesinde film kadar büyük bütçeli ve risk içeren bir projeyi, taşıyabileceğini düşünmediği bir eş mutlu olsun diye onun üzerine kurması zaten komik.

Bence bir tane kurban olacaktı çünkü çok güzel her şey. Görüntüler, müzikler... Hele Kıvanç’la Mert’in performansı olağanüstü. Senaryonun her cümlesi slogan gibi çok derin, çok güzel. Ben de film çıkmadan önce Yılmaz’a demiştim, “Bu filmin kötüsü benim biliyorsun”. Biri filme negatif bir şey söylemek isterse, beni kullanacak yani.

Haberin Devamı

Peki, Yılmaz Erdoğan’la evli olmak, senin oyunculuk kariyerin ve kendi hırsların için ne kadar avantaj, ne kadar dezavantaj?

Aslında çok avantaj çünkü çok şey öğreniyorum Yılmaz’dan. Bizim, hayatı paylaşırken en ana konumuz bu; oyunculuk, sinema,
bir şeyi izleyip onun üzerine konuşmak ve çok besleniyorum, Yılmaz’ın bana öğrettiği çok şey var. Ama öte yandan bazı yorumlar da çok incitici çünkü bugüne kadar yaptığım işler sanki Yılmaz’la birlikte yapmışım gibi anlatılıyor.

Eğer bir insan gerçekten yetenekli olduğuna ve bu iş için doğduğuna inanıyorsa, en incitici şeylerden birisi işini hakkıyla yapamadığı iddiası. İlişkini etkiliyor mu bu?

Çok kötü bir şey bu. Bütün motivasyonu yıkıyor. Sanki bütün yaptığın şey ona mal ediliyor. Her şeyi anlamsızlaştıran bir şey. Bendeki etkisini idare ediyorum. Öte yandan ilişkimizde o kadar iyiyiz ki... O kadar doğru anlaştığımız konular varken, ondan o kadar beslenirken, onu böyle bir şeye kurban edemem. Ama eleştiriler “Bunu da yapmayın artık!” dedirtiyor.

“Yılmaz’a ‘Bu filmin kötüsü benim, biliyorsun değil mi’ demiştim”

“Filmdeki şairler Rüştü ve Muzaffer sanki hep yanımızdaydı”

Uslu’nun kitabı çıktı biliyorsun. Okudun mu?

Evet. Zaten ikisinin de şiirlerini biz çok uzun zamandır sürekli okuyorduk. Bir de şiir kitabı çok satanlar listesinde üst sırada olunca Yılmaz dedi ki “Bu film bu yüzden yapıldı işte!” Bir de Muzaffer ve Rüştü bizimle birliktelerdi. O kadar iyi hissettirdiler ki yanımızda olduklarını. Küçük mucizevi şeyler yaşadık.

Aa ne diyorsun? Anlatsana...

Bir tane mekan var. Şairler Mekanı... Kayalıklar var. Bizim de “Kelebeğin Rüyası” mevzusunu konuştuğumuz yer. Oraya ilk gittiğimiz an, bir baktık iki güvercin. “Aaa Rüştü ile Muzaffer burada” dedik. Sonra her gittiğimiz yere o iki güvercin geldi.

İşaret gibi...

Bir anlamı olsun istedik belki diyelim. Sonra Muzaffer’in ölüme giderken bir sahnesi var. Böyle denize uzun uzun bakıp vedalaşıyor hayatla aslında. O sahneyi çektikten sonra Kıvanç ve Yılmaz bana ağlayarak geldiler. Ben de bir sonraki sahne için çalışıyorum o sırada. “Demin bir mucize oldu!” dediler: O sahneyi çekerken tek bir güvercin geliyor, normalde hep iki güvercin gördüğümüz yere. Ve kamerayla Kıvanç’ın arasında, o sahne bu arada filmde yok, beş metre mesafe var. Güvercin kayalığın arkasından pıt diye çıkıyor, Kıvanç’ın yanına geliyor. Onu gagalıyor, sonra kameranın önüne geliyor. Yakın plan görüntü veriyor adeta objektifin ta içine bakarak. Sonra yeniden gidiyor Kıvanç’a. Hani böyle ruhunu teslim alır gibi. Sonra yeniden kameraya gelip, uçup gidiyor, ruhunu alıp gidiyormuş gibi. Bana bunu ağlayarak anlattılar.

Nasıl tepki verdin?

Montajda sahneyi izleyince hüngür hüngür ağladım. Bütün set ağladı, zaten çok acayip bir şeydi o. Sonra yine başka bir olay. Zonguldak’ta bir otelin beşinci katındayız. Yılmaz’ın bizi toplayıp yaptığı bir toplantıda. Bayağı yüksekteyiz, rüzgar, fırtına var. Şöyle bir kafamızı çevirdik. Bütün cam kelebek.

Herkes bunların ilahi mesajlar olduğunu düşündü herhalde bir şekilde.

Sonra başka ne oldu... Piknik sahnesinin başında bayağı sevişip, birbirlerini öpüp sonra uçarak giden iki tane yusufçuk. Hep bir sahne için oradalar gibi. Sahne neyse, onunla ilgili. Bir dergiden herkes kendine bir kelebek seçti mesela. Ben de kendime beyaz kelebeği seçtim. En sevdiğim renk beyaz diye. Ve her sahnemde bir beyaz kelebek vardı. O kadar zevkliydi ki.

“Yılmaz’a ‘Bu filmin kötüsü benim, biliyorsun değil mi’ demiştim”

“Bu kız 17 yaşında değil dedirtecek bir sahne aradım ama bulamadım”

17 yaşındaki bir kızı oynamak için yeterince genç görünmediğin şeklindeki eleştirilere ne diyorsun?

Ben oynarken benim aklıma gelseydi, çünkü obsesif bir yanı da vardır ya bazen oyunculuğun, takılır kalırdım orada.
17 yaş oynayacağım diye hiç gerilmedim. Ben sadece “Bu yaş enerjisini nasıl yeniden hatırlayacağım”la, kızın hayatla ilişkisini nasıl kurduğuyla ilgili, kızın hiç görmediği bir yüzünü bu şairlerle tanıması kısmıyla ilgiliydim. Bir anda yaşla ilgili eleştirileri görünce “Aaa, benim hiç aklıma gelmemişti, bir cesaret örneği mi sergiledim bu rolü oynayarak” gibi düşündüm. Bir kere zaten “Kelebeğin Rüyası”yla ilgili bir düşünüp öyle konuşmak lazım çünkü Türkiye’de ilk defa böyle bir ön çalışma yapıldı. Senaryo yedi yılda yazıldı, ön hazırlık iki yıl sürdü. Bir sürü fotoğraflar, referanslar üzerinden bütün set, kostümler, saçlar hazırlandı. Dolayısıyla Suzan’ı da böyle yarattılar. Ne fotoğrafları var 17’liklerin görsen, şimdikinin karşılığı 40 yaş.

“Yurt dışında olağanüstü tepkiler geldi bana”

Doğru, o zamanın fotoğraflarında baktığımızda insanlar daha olgun görünüyor yaşlarına göre. Belki savaş yıllarının yorgunluğundan, belki kılık kıyafetten.

İnsan ömrü de ortalama olarak daha düşüktü. Dolayısıyla 45’lerde 50’lilerde filan insan yaşlı oluyordu. Evet. Bu çok güzel bir şey. Bir de ben kendimi filmde defalarca izledim, o eleştiriyi anlamaya çalıştım. İzlerken “Ah, ne güzel olmuş” demem; en acımasız eleştirmenim benim. Daha iyi olabileceğimi düşündüğüm sahneler her zamanki
gibi vardı, ama genel olarak “Bu kız 17 yaşında değil” dedirtecek bir sahne aradım, bulamadım yani. Ama şu da var tabii ki. Yurt dışındaki izleyicilerden, sinema eleştirmenlerinden olağanüstü tepkiler geldi bana. Samimi olduğumuz insanlar bunlar; beni role uygun bulmasalar söylerlerdi. Ülkemde ise benim kim olduğum belli, Yılmaz’ın eşiyim. Onunla, Rodin benim kucağımda, fotoğraflarımız yıllardır herkesin gözü önünde. Hani insanların kafasında ‘anne ve evli kadın’
algısı olduğu için özdeşleştirememiş olabilir kimileri.

Ayrıca Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat da kendilerinden çok genç karakterleri canlandırdı. Onlara bir şey diyen çıkmadı.

Tabii canım. Mert’in oynadığı karakter de 22 yaşındaydı. Ben 17 yaşındayım, Kıvanç da.

Neticede dünyada da böyle, senin yaştan ziyade fizik olarak hangi role uygun gözüktüğün çok önemli tabii ki.

Kesinlikle. Ama ben tabii obsesifler gibi arkadaşım İrem’le birlikte, lise fotoğraflarımıza filan baktım.

Bir bakayım lisede nasılmışım diye mi?

Evet. Ben hep büyük gösteren bir kızmışım ama. Belki yüz şeklim köşeli filan, onunla da ilgili. Ama ne yapayım, Yılmaz Erdoğan bana verdi rolü! Yapılacak hiçbir şey yok.

“Yılmaz tanıştığımızda rolü bana teklif etmişti”

Ee kocan diye torpillisin ya...

(Kahkahalar) Ya, bana gerçekten de Yılmaz tanıştığımızda dedi ki “Bir tane filmim var. Şairler. Ve sen oradaki kızsın.” Ve yıllar geçti. Biz bu arada evlendik. Ve ne zaman bir proje söz konusu olsa ben böyle gözünün içine bakıyorum “N’olur ‘Şairler’ desin, n’olur” diye. Ama hani etkilememek için de bir şey söylemezsin, tutarsın ya kendini.

Peki sana ilk bu lafı söylediği zaman sene kaç?

Daha evli değiliz. 2004 olabilir.

Ama sevgili misiniz?

Değiliz.

O zaman zaten seni bir yönetmen olarak o role uygun bulmuş seneler önce. Eşini kayırdı diyemeyiz.

Yani, evet. Ayrıca evlendikten sonra düşünmüş de olabilirdi; bundan daha doğal bir şey olamaz zaten. Aynı evde birlikte yaşadığın insanın enerjisini, hangi role uygun olacağını en iyi sen bilirsin. Oyunculuğunu da beğeniyorsan teklif edersin yani. Bunun dünyada da
bir sürü örneği var.

Peki sen kaç projesinde oynadın Yılmaz Erdoğan’ın?

Bir tek bu.

“Rolüm için oğlumdan çok kopya çektim”

* Bir sürü sahne kestik filmde, 1.5 saatlik bölüm filmin içinde yok. Kıvanç’ın çok güzel sahneleri vardı. Veda sahnesi vardı. Benim cenazede sahnem vardı. Belki televizyon versiyonunda kullanılabilir.
* Kıvanç’la Mert delicesine, 6-7 ay boyunca çalıştılar. Ama sadece veremliyi iyi canlandırmak için değil. Gerçek birilerini de oynamanın başka sorumluluğu var. Akrabaları var hayatta, seni izleyecek olan.

“İlişkilerde hesapsızım”

* Suzan’ı oynarken oğlum Rodin’den bayağı kopya çektim. Çocukların bir şey söylerkenki inançları, hiç hesapsızca hissettiklerini belli etme halleri, hayatla hesapsız kurulan samimiyetleri çok farklı. Üç yıllık dadımız gitti diye bir travma yaşadık ama annemle birlikte Rodin’e hep yeni programlar yaptık. Yeni dadımızın da olağanüstü güzel bir sesi var.
* Oyunculuk kariyerimi çok inandığım bir dizi projesi olmazsa tamamen sinemayla sürdürmek niyetindeyim. Sinemada hep tatmin olup eve gidiyorsun ama dizide artık pestilin çıkmış oluyor. “Rodin, merhaba” filan diyebiliyorum sadece eve dönünce, artık yığıldığım koltukta uyuyup kalacak kadar yorulmuş oluyordum. Bizim günde 20 sahne çektiğimiz zamanlar oldu. Öte yandan bir oyuncunun bir şey yaratmadan evde oturması aslında deli eden bir şey. Dizi bu anlamda tatmin edici.

“Yurt dışını istiyorum”

* Ailenin en küçüğü, en sevileni olarak sevgiyle hiç problemim olmadı. Hep de şükrediyorum bu yüzden. Hayatta çok hesapsızım ilişkilerimde. Birini seversem çok seviyorum, genelde de sevme eğilimindeyim. Önyargısız olmaya çalışıyorum, önyargısız olmak kolay bir şey değil.
* Fransa’da ajansım var. Şimdi de başkalarıyla görüşüyorum. Sizi temsil eden birilerinin olması çok önemli. Buradaki ipleri koparıp, gidip emek harcamak, orada kalmak lazım. Ben istiyorum yurt dışında çalışmak çünkü onların çalışma şekillerini, senaryoyu, bütün bu “Kelebeğin Rüyası” standartlarına yakın olduğu için de istiyorum. Bir şeyi herhalde yaratırken en zevk alacağın hali neyse size onu sundukları için de istiyorum.
* Bir-iki film projesi için görüşme halindeyim. İkisi birbirinden çok farklı karakterler. Heyecanlıyım o yüzden.

“Ülkede şu anda gerçekten tarih yazıldığını düşünüyorum”

Şeyh Sait’in kardeşinin torunusun. Geçenlerde yayınlanan bir habere göre sen Yılmaz’a “Kocacığım bir film yapsan da benim büyük dedem Şeyh Sait’in hikayesini anlatsan” demişsin. O da “Olur karıcığım” demiş.

Tabii (Müstehzi bir ifadeyle). Ben hep öyle derim, o da ben ne istersem yapar! Böyle bir şey tabii ki yok. Ben bunun provokasyon olduğunu düşünüyorum. Artık her seferinde bir adım atıldığı zaman, başka yerden bir şey çıkıyor.

Adımlardan kastın Yılmaz’ın akil adamlığı mı?

Evet, evet. Bu girişime de soğuk ve mesafeli duran herkes beni çok şaşırtıyor çünkü gerçekten ülkede tarih yazıldığını düşünüyorum. En azından tarih yazılması için bir teşebbüs olduğunu düşünüyorum. Cayır cayır yanan bir ateş var. Birileri bir su döküyor, hepimiz elimize bir tas alıp dökelim. Buradan geri dönüş bu sefer zor. Artık barış adına iyi bir şey olacak diye umut ediyorum.

Bu anlamda büyük bir istek var iki toplumda da.

Gerçekten var. Bu sefer var ama buna uzak duran zihinleri anlayamıyorum. Vardır elbette kendilerince çok sağlam argümanları ama ben buna ikna olamam. Tek bir şey var benim baktığım... Rıdvan Akar’ın “Uludere” belgeselinde izlediğimiz, o kaza yapıp düşen minibüsteki askerin, oğlunu operasyonda geçen sene kaybetmiş annenin elini tutarak “Anne...” deyip ondan güç alarak ölüme gitmesi. Başka hiçbir şey değil... Artık bunu durdurmak zorundayız. Hepimiz üstümüze ne düşüyorsa yapacağız, yapmak zorundayız! Bu bizim bir insan olarak sorumluluğumuz. Hakkımızdaki yalan haberin de bu süreci gölgelemek adına kasıtlı üretildiğini düşünüyorum.