14.10.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartalzeynep.ozkartal@milliyet.com.tr
Alanya’da bir otelin 7. katı.
28 yaşında bir kız ayaklarını uzatmış pervazda oturuyor.
Ve bir anda kendini boşluğa bırakıyor. O kızın adı Ayça.
Bu hikayenin kahramanı o.
Kendini boşluğa attığı an için kullanılan kelimeyi anmak istemiyor. Ben de öyle yaptım.
Hatta hakkında yazılan haberleri internetten çıkarttırmayı bile düşünmüş.
“Beni tanımayanlara şunu söylemek istiyorum” diyor, “Ben yaşıyorum. Çok da seviyorum yaşamı, hep öyle oldu. Okuldayken bir lafım vardı: ‘Herkes uyandıysa müzik açabiliriz.’ Yine böyle söylemek istiyorum. Eğer adımın yanında intihar haberleri duracaksa, bu söz de dursun. Hatta en önce bu dursun!”
Filmi başa saralım. Yıl 1983. Kubat ailesinin üçüncü kızı Ayça Adana’da doğuyor. Anne doğma büyüme İstanbullu, kökleri Osmanlı Saray’ına kadar uzanan bir ailenin kızı. Baba Osmaniyeli, altı kardeşin en büyüğü.
“Babam orman mühendisiydi” diye anlatıyor Ayça Kubat, “Bizim de okumamızı, ekonomik gücümüzü elde etmemizi istedi. Onun kafasında okumak, adam olmak demek ya doktorluk ya da mühendislik. Büyük ablam doktor oldu. Küçük ablam jeoloji okudu. Ama şimdi düğün fotoğrafçısı ve çok mutlu”.
Babasının Ayça için hayali de benzerdi. Önce Anadolu Lisesi sınavları için gitti dershaneye, sonra da Fen Lisesi sınavları için. Hep bursluydu, hep iyiydi.
“Yapabildiğini, başardığını görmek çok güzel bir duygu. Takdir ediliyorum, tatmin oluyorum. Çok da uğraşmadan yaptım bunları. İsteyip istemediğimi bile bilmediğim bir şeydi ama başardım”.
Liseyi Mersin’de yatılı okudu. Ve üniversite sınavları geldi çattı.
Ne olacak? Ne seçecek? Ekonomi yazmaya karar verdi.
“Sayısalcılar ne olabiliyordu? Ya mühendis ya doktor. Ben doktor olmak istemediğimi biliyordum.
Önümde işletme ve iktisat seçenekleri vardı. Bana en yakın gelenler bunlardı. Sınavda ilk 1000’in içindeydim, Boğaziçi İktisat’a girdim”.
“Kafamdaki o sesleri durduramıyordum, yenilgiye alışık değildim”
Okuyor okumasına da bir yandan da biliyor ki bir yeteneği var. Anneannesinden miras bir beceri: Harika dikiş dikiyor Ayça.
Lisedeyken dikiş makinesinin başına oturmak istese de annesi “aklı çelinmesin” diye kaldırıyordu onu oradan. Ama Ayça kafasını koydu mu yapıyordu, inatla öğrendi dikmeyi.
Bir yanda da çiziyor. Ne zaman ki birisi “Ne güzel çizimler” diyor hop rafa kaldırılıyor kağıtlar.
“Kızımız iktisatçı olacak”. Nokta.
Ayça Boğaziçi’nin hazırlık yılında Latin dansları kulübüne girdi. Çok da sevdi dansı ama yeteneği olmadığını keşfetmesi uzun sürmedi. Onun lugatında önemli bir kelime var: Yapabilmek.
Yapamadığını bırakacak iradesi var. Kulüp milli takıma dansçı yetiştiriyordu. “Benden çıkmaz” dedi, “Hedefim bu olamaz”. Ama o kadar seviyordu ki iki yıl boyunca her gününü adadı dansa. Yeter ki iktisat derslerinden kaçsın.
En yakın arkadaşı Gamze devam ediyordu dansa ve ilk solo gösterisi için kostüme ihtiyacı vardı.
“Hiç paramız yok. Ben yaparım dedim ama nasıl yapılacağına dair en ufak bir fikrim yok. Etek filan dikmişim, bunu da dikerim diye düşünüyorum. Gamze kumaş aldı. Sadece iğne ipliğimiz var, makine filan hak getire. Kostümü yaptım ve annemi gösteriye çağırdım. Annem de bekliyor ki ben dans edeceğim”.
Gamze’nin kostümü yıllarca konuşuldu. Ve annesi o andan itibaren Ayça’ya inanmaya başladı, destek oldu.
Ayça yurttaki sekiz kişilik odasına dikiş makinesi götürdü ve harçlığını çıkarmak için çantalar yapmaya başladı. Adım adım ilerliyordu.
Bundan tam sekiz yıl önce, her şey yolunda diye düşünürken birden babası hastalandı.
“Babamın karın ağrısı diye girdiği ameliyattan doktor şöyle çıktı: ‘İlaçsız
dört ay, ilaçla iki sene yaşar’. Meğerse kolon kanseriymiş”.
Bütün aile için çok zor günler başladı.
“Söylenmeyecek, bilmeyecek diye bir karar alındı. Ama içten içe bilmesini istiyordum. Çünkü direnmesini istiyordum. Hepimiz o hastalığı yaşadık
iki yıl boyunca”.
Doktorun dediği gibi, ilaçlarla iki yıl yaşadı babası.
“Babamın kaybı benim için bir yıkımdı. 23 yaşındaydım ama küçük bir çocuktum. Ailenin en küçüğüyüm. Her türlü kaprisime katlanılır. Ben babamın kızıyım”.
Öldükten sonra fark etti babasına ne kadar çok bağlı olduğunu. Söylemedikleri kaldığını...
“Baba ben iktisat istemiyorum.
Beni mutlu eden dikiş diyemiyordum...
Şu anda söylüyorum. Fiziksel olarak yanımda değil ama ben onunla konuşuyorum, o beni duyuyor”.
Bu sırada okulu uzadı, iş aramaya başladı. Bir gün teyzesi sokağın karşısında boş duran dükkanı gösterdi, “Niye kiralamıyorsun?” diye sordu.
Ayça bir hevesle tuttu orayı ama ancak bir yıla yetti gücü.
“Aylık gider bitmiyor, paralar suyunu çekti. Ancak bir seneyi çevirdim. Borç batağına girmeden kapatayım dedim. Evde yattığım odayı atölyeye çevirdim. Ama içimde sesler yükselmeye başladı: ‘Bak, yaptın olmadı. Bir iş bulman lazım. Hadi Ayça!”
Bir yandan babasının yası, bir yandan ters giden işler, bir yandan ona acı veren bir ilişki...
Alanya’da, o sıralar menajerlik yaptığı grubun konserleri için kaldıkları otelin yedinci katına çıktı.
“Belki de dibi görmek istedim” diyor şimdi. “Kafamdaki sesleri susturamıyordum bir türlü. Yenilgiye alışık değilim. Belki de daha önce hiç yenilmemişim. Birkaç gündür depresyonda olduğumu o zaman göremiyordum ama şimdi görüyorum. ‘İyiyim’ diyordum hep ama yanımda kimse yokken nefessiz kalıp ağlamaya başladığım oluyordu. Kimseye itiraf edemiyordum, kendime bile...”
Çok anlıktı diye anlatıyor. “Şu anda bakınca masum bir hataydı...”
Bitsin istedi. Hepsi bu kadar...
“Kendime vazgeçecek süre bırakmadım. Garanti altına almak isteyip 7. kattan atladım. Anlıktı. Bir an... Düşündüm ve yaptım. Tereddüt etmedim. Kenara oturdum ve bıraktım kendimi.”
“30 gün sonra uyandığımda sadece sol elimi oynatabiliyordum”
Gözünü ancak 30 gün sonra açtı. Uyandığında sadece sol elini oynatabiliyordu. 45 kiloya düşmüştü. Dokuzar saatten üç büyük ameliyat geçirmiş, pelvis kemiği paramparça olmuş, kırılan kemiklerinden biri bacak sinirlerini kesmişti. Ses telleri de zedelenmişti ve konuşamıyordu.
Gözünü açar açmaz ilk gördüğü ablasıydı. “Hatırlıyor musun?” diye sordular. Evet, hatırlıyordu.
“Sormak istediğin bir şey var mı?” dediler. İlk sorduğu İbrahim Tatlıses oldu.
“Ben atlamadan önce vurulmuştu. İyileşti mi diye merak ettim. O iyileştiyse ben de yapabilirdim.”
Ayça sağ tarafının üstüne düşmüş ve başını korumuştu. “Demek ki o kadar anlıktı ki kendimi bıraktıktan sonra vazgeçtim ölmekten. Diyorum ya sadece bir andı o.”
Ailesi, arkadaşları bir an bırakmadılar onu. Hep inandılar, yapabilirsin dediler. Sihirli sözcüğü söylediler ona: Yapabilirsin.
“Asla yürüyemez, konuşamaz” diyen doktorlara inat bugün billur gibi konuşuyor, protezle olsa da yürüyor, istediği gibi dolaşıyor.
“Şu anda yapabileceğim tek şey inanmak, istemek ve fizik tedaviyi bırakmamak” diyor, hedefi ise seyahat etmek.
Evde atölyeye çevirdiği odasında rengarenk ipliklerin, düğmelerin, boyaların arasında çalışıyor, üretiyor. Taşlara desenler çiziyor, anahtarlıklar dikiyor.
“Hayat hikayemi okuyanlar belki ders çıkarabilecekler anlattıklarımdan”
Son söz Ayça Kubat’ın:
“Benim hikayemin diğerlerinden farkı, daha bir yıl geçmeden hemen silkinip kendime yeni bir hedef koyup bunun için harekete geçmiş olmam. Bıraktığım yerden, bir adım geriden, bir engelli olarak da olsa hayatıma devam ediyorum, kendime acımıyorum, mücadele ediyorum.
Şu anda bir tedavi süreci geçirdiğim için, yeni bir iş maratonuna girmeden önce hep istediğim ve rafa kaldırdığım hayalimi ‘dünyayı görme’ fikrini harekete geçirmek istiyorum. Bunu kendime hedef olarak koydum.
Şu anda engelli olduğum için, Türkiye’de de birçok engellinin evden dışarı bile çıkmadığını düşününce, bunu başarabilmem çok önemli. Ve bu yaşadıklarımı, sesimi insanlara duyurabilmem de önemli. Çünkü böylece ben engellilerin hayata karışabileceklerini göstereceğim. Okuyanlar da belki ders alacaklar bu durumdan. www.hayatdiyebirisi.com olarak kurduğum seyahat günlüğümden isteyen herkes beni takip
edebilecek ve hislerini benimle paylaşabilecekler.”