10.11.2019 - 07:50 | Son Güncellenme:
Filiz Aygündüz
Adı Aylin oldu. Adı Füreya. Adı Ahmet Reşat. Adı Bora. Adı Seval. Nimeta, Vali, Münir Nurettin, Türkan, Derya… Onlarca karakter. Türk edebiyatının kasnağında her biri farklı desenlerde kanaviçelere kalemle ilmek ilmek işlendi. Göz alıcı, derinlikli; her an sayfalardan çıkıp hayata karışacak kadar canlı. Bu kez adı Abdülaziz. 32. Osmanlı padişahı. Yazarları aynı. Adı: Ayşe Kulin. Usta yazarın aynı zamanda cesaretiyle, dirayetiyle, müdanaasız dik duruşuyla kadının. Şimdi yeni romanıyla okurunun karşısında. Ayşe Kulin Everest Yayınları’ndan çıkan kitabı “Her Yerde Kan Var”da Abdülaziz’in cinayet kokan intiharını, bir darbe ve intikam hikayesi üzerinden, saray klasiği entrikalarla içiçe anlatıyor. Yine nefes nefese okunuyor. Yine insanın içindeki gayya kuyusuna iniyor. Osmanlı sarayının kapısını açıyor. Müthiş bir okuma deneyimi sunuyor. Ve bir kitap boşuna 200 bin basılmıyor.Adı Aylin oldu. Adı Füreya. Adı Ahmet Reşat. Adı Bora. Adı Seval. Nimeta, Vali, Münir Nurettin, Türkan, Derya… Onlarca karakter. Türk edebiyatının kasnağında her biri farklı desenlerde kanaviçelere kalemle ilmek ilmek işlendi. Göz alıcı, derinlikli; her an sayfalardan çıkıp hayata karışacak kadar canlı. Bu kez adı Abdülaziz. 32. Osmanlı padişahı. Yazarları aynı. Adı: Ayşe Kulin. Usta yazarın aynı zamanda cesaretiyle, dirayetiyle, müdanaasız dik duruşuyla kadının. Şimdi yeni romanıyla okurunun karşısında. Ayşe Kulin Everest Yayınları’ndan çıkan kitabı “Her Yerde Kan Var”da Abdülaziz’in cinayet kokan intiharını, bir darbe ve intikam hikayesi üzerinden, saray klasiği entrikalarla içiçe anlatıyor. Yine nefes nefese okunuyor. Yine insanın içindeki gayya kuyusuna iniyor. Osmanlı sarayının kapısını açıyor. Müthiş bir okuma deneyimi sunuyor. Ve bir kitap boşuna 200 bin basılmıyor.
“Her Yerde Kan Var”da, Abdülaziz’in tahttan indirilişi ve bunu takip eden altıncı günde öldürülüşünün hikayesini anlatıyorsunuz. Abdülaziz’i yazmaya nasıl karar verdiniz?
Alan Palmer’ın “Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi” adlı kitabını okuyordum. Abdülaziz’le ilgili bölümde durdum, çok ilginçti. Hem muhafazakar ve dindar hem de eylemleriyle ilerici, reformlar yapan bir padişah. İlk kez yurt dışı seyahatleri yapıyor ve Avrupa’ya hayran kalıp, oradaki kurumları, sarayları örnek almak istiyor. Donanmayı da modernleştiriyor örneğin. Osmanlı İmparatorluğu’nun Atatürk’ü olarak düşündüğüm babası II. Mahmut reform yanlısı bir sultan. II. Mahmut’un diğer oğlu Abdülmecit de babasının çizgisinde yürümüş, batıya açık, kılık kıyafetten tutun müziğe, sanata kadar değişimleri var. Fakat dindar ve geleneklerine bağlı Aziz’in Avrupa’yı örnek alabilmesi, ülkeyi modernleştirme çabası ve sonuçta maruz kaldığı saray klasiği entrika ve cinayet kokan intiharı beni onun hakkında kalem oynatmaya itti.
Kitabın çok sürprizli bir sonu var. Bu son itibarıyla bir Çerkez intikamı söz konusu. Sizin anne tarafınız da Çerkez. Bunun etkisi oldu mu?
Evet, oldu tabii. Ailem yüreklerimize nefret tohumları ekmemek için çok dikkatli davrandı ama insan haliyle aile içinde birinden duyabiliyor. Çerkezlerin yıllarca Rus mezalimine duçar olduğunu elbette öğrendim. Üç yüz yıl boyunca savaşmışlar. Son yüz yıl hep biz kaybetmişiz, kötü idare, parasızlık, teknoloji eksikliği. Malum, savaşlarda artık sadece kahramanlık yetmez olmuş. Ruslar da Müslüman halkın yaşadığı topraklarda çok mezalim yapmışlar.
Romandaki balık şokunu yaşadınız mı?
Evet, yaşadım. Özellikle son savaşlarında, kaçan ahali limanda bekleyen teknelere binerken, büyük bir kargaşa yaşanmış. İnsanlar denize düşmüş. Kimi kurşunlanmış zaten, geri dönmesin diye. İstanbul’dan gemiler de yollanmış, onları toplayıp getirmek için. Korkunç bir kaçış, bunu gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Denize düşerek boğulanlara balıklar hücum etmiş yem diye. Kıyılar balık istilasına uğramış. Çerkezler bu yüzden Karadeniz’in balığını yemezlermiş.
Tarihte Abdülaziz’in ölümü tartışmalıdır. Siz cinayet olduğundan emin misiniz?
Cinayet olduğu kanısına sahibim. Abdülhamit tahta oturduktan sonra Yıldız Çadır Mahkemesi diye bir mahkeme kuruyor. Orada Abdülaziz’in ölümünde parmağı olduğu düşünülen bütün kişiler yargılanıyor. Suçlu oldukları belli. Fakat mahkeme tutanaklarında o kadar abartılmış ifadeler var ki… Mesela 10 yaşında bir çocuk, Abdülaziz’in kızı Nazime Sultan, “Ben gördüm, pederim Kur’an okurken üstüne çıktılar, ellerini tuttular, bileklerini kestiler” diyor. Bu tür abartılar olmasa bütün gönlümle inanacağım cinayet olduğuna. Diğer taraftan da Abdülaziz’i tahttan indiren Serasker (Genel Kurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa doktorların Abdülaziz’in cesedini muayene etmemesi için çok debeleniyor. Henüz daha ölmemişken hastane yerine karakola götürülmesi, bütün bunlar bunun bir cinayet olduğuna işaret ediyor.
Abdülaziz, defalarca Hüseyin Avni Paşa’nın rütbelerini alıyor, sürgün ediyor ama sonra iki defa Sadrazamlık üç defa da Seraskerlik makamına atıyor. Böyle birine nasıl güveniyor?
16 yıl tahtta kalıyor. Son yılları parlak değil. Belki hastalandı. Şimdi Alzheimer oluyoruz o zaman herhalde adı bilinmiyordu. Hastalık karakter değişimiyle başlıyor, sinsice. Belki hastalığın ilk evresindeydi. Çünkü yaptıkları mantıklı değil; hem de son yıllarında çok hırçın. Avni Paşa’yı hiç beğenmediği için görevden alıyor ve sonra yeniden görevlendirebiliyor. Bir tutarsızlık içinde nerdeyse. Kurnaz ve kötü niyetli bir başbakanla, iğrenç bir genel kurmay başkanının oyununa gelmiş. Ben hep Hüseyin Avni Paşa’nın o korkunç hırsıyla hanedanı ele geçirmek istediğini düşündüm. Mahir bir entrikacı.
Abdülaziz’in yerine gelen, psikolojik sorunları olan V. Murat’ı da yönetiyor.
Abdülaziz’in ölümünden sonra taht sırası V. Murat’ta. Murat beklese zaten padişah olacak. Avni Paşa hızlandırıyor süreci. V. Murat alkole çok düşkün. Çıldırması da bence ondan. Tahta gelmeden önceki son bir ayını ağır hapis şartlarında geçirmiş sarayın içerisinde ve sabahtan akşama kadar içmiş. Kim sağlıklı kalabilir ki!
Tahta getirildiğinde de çok gergin, sürekli içecek bir şeyler istiyor canı.
Tamamen hakkındaki doktor raporlarından ve tedavi şeklinden oluşan çok eski bir kitabım vardı. Orada V. Murat için Viyana’dan bir Alman profesörün getirildiği bilgisi var. Doktor diyor ki üç ay verin bana; tedavi olacak ve iade edeceğim. Bu, tipik bir alkolik olduğunu gösteriyor. Çünkü alkolü vücudundan attıktan sonra bir daha içmezse normal bir insan olarak yaşayabilirdi. Ama memleketi boş bırakamayız diye göndermiyorlar. Şizofren olsaydı, Viyanalı Profesör bu tedaviyi teklif etmezdi. Ben bugünkü tıbbi bilgiler ışığından yola çıkarak alkolik olduğuna karar verdim. Zaten beş sene sonra tamamen iyileşmiş. Yazık olmuş zira fevkalade akıllı ve değerli bir adam. Çok iyi yetiştirilmiş. Muhteşem Fransızca konuşuyor, piyano için besteler yapıyor, tarih, felsefe, edebiyat biliyor. Tam bir Rönesans insanı. Hastalanmasa ve tahtta kalsa, belki Osmanlıların kaderi farklı olurdu.
Arka planda V. Murat’ın Valide Sultan olmak isteyen annesi Şevkefza da var. Onun psikolojisini derinlemesine inceliyorsunuz. Kadın olarak var olma konusunda sıkıntılar yaşıyor. Padişah tarafından çok beğenilmiyor.
Önemsenmemiş bir kadın. Padişahın gözdeleri arasında değil. Eşi Abdülmecit çok çapkın bir adammış. Genç ve güzel kadın düşkünüymüş. Oysa, Şevkefza kendi halinde bir kadın. Dilbaz ve cilveli de değil, haliyle kenarda kalmış biraz.
Ama çok entrikacı bir kadın aynı zamanda..
Ne yapsın o da entrikacı olmak zorunda hissetti kendini herhalde ve bir an önce Valide Sultan olmak istedi ki saygı görsün.
İktidar hırsıyla gerçekten çok tehlikeli olabilen kadın portresine iyi bir örnek…
Haremdeki kadınların çoğu öyle değil mi Osmanlı Sarayı’nda? Hürrem’i, Kösem’i, Turhan Sultan’ı… Çok korkunç bir şey bu iktidar hırsı. Güç, paradan da önemli bir şey olmalı.
Abdülaziz’in ablası Adile Sultan ayrışıyor diğerlerinden. Romanda çok kilit bir karakter.
Adile Sultan bir fenomen. Okuduğum bütün kitaplarda kimin gözünden yazılmış olursa olsun herkes Adile Sultan’ı çok adil ve çok cesur bir kadın olarak anlatıyor. Osmanlı’ya toz kondurmuyor, entelektüel seviyesi çok yüksek. Nitekim şiir yazan kadınlar arasında divanı olan tek kadın o. Bir padişah anası olsaydı muhteşem bir Valide Sultan olurdu bence. O kadar saygı değer ki, Abdülhamit döneminde, Adile Sultan saraya gittiğinde onu Mızıka-i Hümayun ile karşılarlarmış.
Adile Sultan bu iktidar hırslarından, kadın kadının kurdudur hikayelerinden nasıl ayrıldı?
O, Valide Sultan olma şansı olmadığı için öyle bir yarışın içinde hiç olmamış. Bence zamanını, sevdiği çapkın kocasını idareye ayırmış. O kadar ileri görüşlü ve makul ki, nasılsa bu adam bir şeyler yapacak ben bileyim, zamanında küçük hamlelerle onu zapturapta alırım diye düşünüp peşine hafiye takmış.
Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan, bir de V. Murat’ın annesi Şevkefza Valide Sultan. Osmanlı’da anne olmak desem… Yazar değil de anne olarak onlara baktığınızda ne gördünüz?
Onlar da evlatlarına düşkün birer anne. Ama bir fark var, onların evlatlarının bekası aynı zamanda sonsuz iktidar demek. Yine de anne annedir. Bir annenin evladı söz konusu olunca, sınırı olmuyor.
Bütün o iktidar hırslarının ve entrikaların bittiği nokta annelik sanırım…
Analık duygusu güçlü ikisinde de. Şevkefza’nın oğlunun sağlığı için gerek doktorlara gerek hocalara, şeyhlere, şıhlara yazdığı mektupları okurken gözlerime yaşlar doldu. Nasıl yalvarıyor elin adamlarına, oğlu V. Murat’ı iyileştirmeleri için. Neler vaat ediyor... Hatta, makamından dahi vazgeçmeye razı, yeter ki evladı acı çekmesin, iyileşsin. Bir annenin evladı için yapmayacağı şey yoktur. Çocuğunuza kötülük yapacak birinin gözlerini oyabilir hale de gelebiliyorsunuz.
Sizin de dört oğlunuz var. Siz nasıl bir annesiniz?
Ben de çocuklarıma düşkün bir anneyim. Ama itiraf edeyim, ilk oğlumun doğumundan sonra hep kız çocuk bekledim. Nasip olmadı ama sekiz torunumun altısı kız oldu. Ne keyifliydi bilseniz o kızlara cicili biçili giysiler, bebekler almak. Erkek çocuklukları da çok şeker ama çekilmez bir ergenlikleri vardır. Futbol maçları seyrederken korkunç sesler çıkartarak bağırırlar, leş kokan lastik ayakkabıları, dağınık odaları, arabamı kaçırmaları. Onlar eve dönene kadar pencereye yapışıp kalmalar... Dört erkek çocuk yetiştirmek pek de kolay değildi.
“Ayşe Kulin arşivi için bir kurum arıyorum”
Hayalini kurduğunuz bir proje var mı yazmakla ve edebiyatla ilgili?
Hayalini kurduğum tek şey, biriktirmiş olduğum tüm evrakı, roman notlarını, düzeltmeleri, dergilerde hakkımda çıkan olumlu olumsuz yazıları ve bütün ödüllerimi bir gün beni araştırmak isteyenler için muhafaza edebilecek bir kurum bulabilmek. Çocuklarımın hepsi yurt dışında yaşıyor, onlar bu işi yapamazlar. Ama keşke bir yerde bana bir oda verseler, her şeyi oraya koysam ve Ayşe Kulin’i araştırmak isteyen gitse, orada ne istiyorsa bulsa. Hakkımda tez ya da doktora yapanlar, şimdi evime geliyor, sorularını da bana soruyorlar. Benden sonrakiler de bu imkanı bulabilsin isterdim.
Bundan sonraki kitap belli mi?
Çoğu romanıma tesadüfler neden olduğuna göre, bakalım gelecek bana neler hazırlıyor, yaşarsam hep birlikte göreceğiz!
“Oh be! Ne keyifliymiş meğer anneanne olmak!”
Babaanne olarak nasıl biri Ayşe Kulin?
Kız çocuğu çok istediğim için kız torunlarıma çok ilgi ve sevgi gösterdim ve oğlanları biraz ihmal ettim. Ama o iki oğlancık o kadar değerli çocuklar oldular ki, şimdi hiç ayırmadan hepsine bayılıyorum.
Anne ve babaanne olmak arasında nasıl bir fark var?
Anneanne olmakla babaanne olmak arasında bir fark var, maalesef. Ben babaanne olarak ikinci sınıf bir büyükanne olmak durumundayım her zaman. Çünkü anneanneler her vakit daha yakındır torunlarına.
Z kuşağı her şeyin en doğrusunu bilenin kendisi olduğunu düşünüyor.
Bu kuşak, her şeyi biliyor zaten!. Ellerinde tabletleri, cep telefonları…Başkası ne söylese boş. İnternet varken kime söz düşer ki! Bu aletler insani ilişkilerimizi çok değiştirdi. Çocukla evde yalnız kaldığımız zaman dahi konuşmaya imkanı yok. Çünkü her çocuk kaç yaşında olursa olsun elindekiyle meşgul. Yetişkinler de öyle. Şu baş parmaklar devamlı çalışıyor. Sosyal medya yaşam biçimimiz oldu. Ben şahsen o kadar nefret ediyorum ki sosyal medyadan, ne twitterım ne facebookum var. Yayıncım benim için bir site işletiyor. Hayatta tweet atmadım, okumam da. Ne övgü duyayım ne sövgü duyayım. Her ikisi de zararlı. Övgü insanı şişirebilir. Oysa biz yazarlar doktor değiliz, hayat kurtarmıyoruz. Kaşif değiliz, sadece insanlar hoş vakit geçirsin diye bir şeyler yazıyoruz. Kendilerini önemseyen yazarlara hayretler içinde bakıyorum. Acaba twitleri okuya okuya mı bu hale geliyorlar?
Onu bilmem ama Instagrama bir fotoğraf, 2 satır yazı koyuyorlar 2 bin kişi altına yorum yapıyor. Sizin hoşunuza gitmez mi bu?
2 bin yorumu okuyana kadar bir değerli kitap okur, bitiririm. Bu işleri çok sağlıksız buluyorum.
Fotoğraflar: ERCAN ARSLAN