Pazar“Saçım beyazlayınca saygı göreceğim ya... Belki o zaman bir tiyatro açarım”

“Saçım beyazlayınca saygı göreceğim ya... Belki o zaman bir tiyatro açarım”

23.03.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Bir aydır “Recep İvedik” ile yatıp “Recep İvedik” ile kalkıyoruz. Filmde gülmekten ölenler var, “iğrenç” bulanlar var, seyretmeyi reddedenler de. Ama şu veya bu şekilde film 3,5 milyon seyirciye ulaştı.

“Saçım beyazlayınca saygı göreceğim ya... Belki o zaman bir tiyatro açarım”

Bir aydır “Recep İvedik” ile yatıp “Recep İvedik” ile kalkıyoruz. Filmde gülmekten ölenler var, “iğrenç” bulanlar var, seyretmeyi reddedenler de. Ama şu veya bu şekilde film 3,5 milyon seyirciye ulaştı. Ve tabii yaratıcısı Şahan Gökbakar da tüm heybetiyle gündeme oturdu. Kim bu adam diye merak etmemek olanaksızdı. Asistanıyla sayısız telefonlaşmadan sonra randevulaşmayı başardık.
Mekan Bebek’teki ofis, günlerden cuma, saat 13.45. 14.00’teki randevuya 15 dakika erken gitsek ne çıkar? Kapıdan girdik, merhabalaştık. Televizyonun karşısına oturdu, 15 dakika boyunca bizimle konuşmadan ve “Hülya Avşar Stüdyosu”nu seyrederek pizza yedi. Üzerinde sarı bir tişört, altında eşofman, ayağında botlar, elinde kola şişesi... 28 yaşında, saçına başına pek özen göstermiyormuş gibi yapan gençlerden bir genç. Ama akranlarından farklı olarak bir sırrı var ki 3,5 milyon kişiyi sinemaya çekmeyi başardı. Sormamak olmazdı.

Haberin Devamı

Bize vakit ayırmanız çok zor oldu. Bu meşguliyetin sebebi ne?

Filmle ilgili çok yoğunuz. Film çıkınca bitti zannettik, meğerse bitmemiş. Daha da yoğunlaştı işler. Sürekli bir galaya gidiyorum.

Türkiye’de farklı sinema salonlarında izlediniz mi?

İstanbul’da farklı sosyal seviyelerden dört-beş ayrı salonda izledik filmi. İstinye Park’ta, Mecidiyeköy’de, Gaziosmanpaşa’da izledik. Çok ilginç tecrübeler oldu.

Farklı yerlere mi güldü seyirci?

Hayır, hiçbir fark yoktu. Bu film neden bu kadar izlendi, bunu sosyologlar izlesin boyutuna gelen tartışmanın cevabı bu herhalde. Ne ekonomik koşul gözetti film ne sosyal sınıf ne de etnik köken. Herkes aynı anda aynı şeye gülebildi, o yüzden de böyle bir sonuç elde ettik bence.

Haberin Devamı

Ayrım gözetmemeyi hesapladınız mı?

Hayır, doğal olarak oldu. Ben kendini çok önemseyen bir adam olsaydım, “Evet, önceden ince ince hesapladık” diyebilirdim ama hayır, hesaplamadık. Yalnızca insanları güldürmeyi amaçladım. Senaryoyu yazarken de kendi güldüklerimizi ön plana çıkardık. Filmde 400 espri varsa, bir-iki espriyi daha önceden denediğime yakın bir matematik düşünerek yaptım.

“Senaryoyu yazarken çok fazla küfür olmamasına çaba gösterdim” 

Var mıdır esprinin öyle bir matematiği?

Daha önce tepki aldığım şeyler üzerine gittim. Mesela daha önce Nevriye Budak diye bir tipleme yapıyorduk, kocası yayına bağlanınca “Yapımda ve yayında emeği geçen herkesin Allah belasını versin” diyordu. Ona gülüyordu millet. “Recep İvedik”te bir benzerini yaptım. “Teknik servis bizi dinliyor mu?” “Dinliyor.” “O zaman Allah onların belasını versin”i kullandım. Buna kahkaha geleceğini biliyordum. Onu da Recep İvedik’in mizah anlayışına uyuyor diye kullandım. 

Filmi eleştirenlere Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de katıldı, isim vermeden “Çok küfürlü” dedi.

Ben bizim filmde fazla küfür olduğunu düşünmüyorum. Bunun için çok da çaba gösterdim zaten. Senaryoyu yazarken de sürekli “Küfür kullanmayalım” diyordum. Maçlarda edilen ya da trafikte insanların birbirine ettiği küfürlerin hiçbiri bizim filmimizde yok. Fakat argo konuşan bir karakter Recep İvedik. “Dingil”, “dümbük” gibi, artık 5 yaşındaki çocukların bile kullandıkları sözcükleri kullanıyor. Bu da ilk defa karşılaştığımız bir şey değil. Gişe yapmış ya da yapmamış Türk filmlerine baktığınızda daha fazla küfür var.

Haberin Devamı

“‘Recep İvedik’ insanın içine şeytan sokacak bir film değil” 

 Karakterin sivriliği mi bu eleştirilere neden oldu?

Bunu biraz “Meyve veren ağaç taşlanır”a bağlıyorum. Bizim orada yaptığımız çok basit bir şey. Konu olarak da tipleme olarak da çok basit. O yüzden de şaşırdılar sanırım ve bir kulp bulmaya çalıştılar. Halbuki televizyonda yaptığım işlerde daha fazla küfür vardı, kimse de eleştirmezdi. Bir kere Recep hiçbir zaman küfretmiyor. Onun kendi bulduğu garip hitap şekilleri var. “Hadi lan topik” mesela.

Ne demek o?

Sette çıktı. Hakan Bilgin setten önce saçları seyrek olduğu için topik diye bir madde döküyordu kafasına, çekime girdiğimizde “Yürü lan topik” sözü geldi doğaçlama, o kadar. Yani hiç öyle abartıldığı gibi, 20 yaşından küçükler izlemesin, psikolojisi bozulur, kendini yatakta jiletler, çocuklar yeşil yeşil kusmaya başlar gibi insanın içine şeytan sokacak bir film değil.

Haberin Devamı

Sanatsal bir iddiası var mı?

Böyle bir iddiamız olması için hakikaten deli olmamız lazım. Bir “Uzak” filmi, bir de “Recep İvedik” Cannes’da ödül aldı gibi bir iddiamız yok. Öyle bir arzu da duymuyorum. Böyle filmlerin dünyada çok örneği var. Bunlar gişe filmleri ve hepsi belli amaçlarla yapılır. Sonuçta da ya başarıya ulaşır ya da ulaşmaz.

Nedir bu amaçlar?

Birçok insanı sinemaya çekebilmektir öncelikle. Benim tek istediğim şey insanların bu filme gelmesi, gülmesi ve evlerine mutlu dönmesi. Başka da hiçbir şey düşünmesinler. Yoksa sadece beni eğlendiren hikayeler de çekebilirim. Benim gibi 300 bin kişinin ilgisini çeker ancak.

“Gen” böyle bir film miydi?

Hayır, değildi. “Gen” tam olamamış bir işti. Senaryosu daha kuvvetli olmalıydı, ayrıca diyalogların da daha ciddi yazılmış olması gerekirdi.

Hıncal Uluç “Bu filmden bu gişenin çıkacağını bilmek ve bilerek çekmek, değil bizde, dünyada kimsenin harcı değil” diye yazdı köşesinde. Siz biliyor muydunuz?

Haberin Devamı

Az çok biliyordum. Ama böyle şeyleri ancak tahmin edebilirsin, yoksa herkes 4 milyonluk fimler yapıyor olurdu. Bir şeye inanıyorsun, gerçekleştiriyorsun, sonuç tahminlerinle uyuşuyorsa mutlu oluyorsun, uyuşmuyorsa “Hadi ya” diyorsun. Ben filmin bu kadar çok insan tarafından izlenmesinde anlaşılmayacak bir nokta görmüyorum. Hıncal Uluç bunu anlayamayanlardan... Ortada gayet komik bir karakter var.

“‘Recep birçok iğrençlik yapıyor. Ama o benim espri anlayışım değil”

Ama pek sempatik bir karakter sayılmaz.

Evet, birçok iğrençlik yapıyor. Ama onu yapan Recep İvedik. O benim espri anlayışım değil. Benim espri anlayışım, benim için komik olan, Recep İvedik’i yaratmak. Onu kesip biçmek ve bir forma oturtmak. Bunun ötesinde, o karakterin doğalında neler yapabileceğini sergilemek.

“Hem eğleneyim hem yaramazlık yapayım hem de bunun yüzünden beni alkışlasınlar istedim”

Nasıl bir ev hayatı ki kardeşlerden biri oyuncu diğeri yönetmen...

Ben ilk kez tiyatrocu olacağım dediğimde annem biraz sıkıntı yaşadı içinde. Çünkü annem, babam, dayım, herkes ODTÜ’lü ailede. Mühendis olmam bekleniyordu. “Tiyatroyu hobi olarak yap, önce bir mesleğin olsun” dedi. Bu meslekten sayılmadığı için!
Ama benim masa başında oturamamak gibi bir derdim var. Otur ders çalış, problem çalış bana göre değil. Hem eğleneyim hem yaramazlık yapayım hem de bunun yüzünden beni alkışlasınlar dedim ve çözümü tiyatroda gördüm. Fakat onun da çok ağır bir disiplini olduğunu okula girince öğrendim.

Annenizi merak ediyorum.

Annem çok ilginç biri. Nevi şahsına münhasır bir kişilik. Hâlâ Ankara’da yaşıyor, kendine ait bir dünyası var. O dünyası uzun süre bizden ibaretti. Sonra biz İstanbul’a taşınınca domatesler, frambuazlar, limonlar filan ekmeye başladı. İki yıldır çalışmıyor. Kocasını çok erken yaşta kaybedip iki erkek çocuk büyüttü. O yüzden eli öpülesi, ilahi bir varlıktır benim için.

 Babanızın kaybı neleri değiştirdi?

Bilemiyorum. Yaşasaydı neler olurdu kestiremiyorum. Ama inşallah benim şu andaki başarılarımı görüp gururlanıyordur diye düşünüp yüreğime su serpiyorum.

Ana kuzusu olarak mı büyüdünüz?

Tam aksi, ana kuzusu olmaktan uzaklaştırılarak büyüdük. Annem özellikle böyle bir yol seçti. Sabah 9’da işe gidip akşam 6’da geliyordu. Biz evde Togan ile vakit geçirirdik. Uzun seneler tenis oynadık mesela. 

“Ben Recep İvedik ile 9 yaşındayken karşılaştım”

 Ya kılsız tüysüz, jilet gibi bir adam olsaydı Recep İvedik?

Bilmem hiç düşünmedim. Ben bu adamla 9 yaşındayken karşılaştım. Bir havuz başında hem de... Herkes mayoluyken o kazak giymiş gibi duruyordu, kılları yüzünden. Hatta bone takılması da zorunlu bir havuzdu...  Oradan kalmış demek ki beynimde.

Bu havuz başındaki adam nasıl Recep İvedik’e dönüştü peki?
İnternette rastladığımız bir haberden. Adamın biri üst kattaki komşunun sepetini çekmiş ama kadın sepetin ipini bileğine doladığı için hızlı çekince aşağı düşmüş. Biz bunu skeç yapmaya karar verdik. Makyajımı yaparken kendimi o adam gibi boyamak geldi aklıma...

 İsmini nasıl koydunuz?

Doğaçlama. Adınız ne dedi, “Recep” dedim. “Soyadınız ne?” “Iıı, İvedik.” Attım yani.

Üzerine film inşa etme kararını anlatsanız biraz.

Film çekmek istiyordum. Baktım ki internette en çok Recep İvedik izleniyor, onu yapalım dedik. Başta hikaye değişikti. Dört kere yazdık senaryoyu, ilk ikisini çöpe attık. Son halini de sette aldı. Senaryodaki repliklerin çoğunu kullanmadım ben.

“Eleştirilerden yola çıkarak kendimi değiştirmem”

Sizin için hiç eleştiriye tahammülü yok, burnu büyüdü diyorlar.

Bu benim kaderim herhalde. Bu ülkede çıktığı günden beri yaptığı her işle yerli yersiz eleştirilen adamlardan biriyim. Herkes eleştiriyor beni, herkes... Evdeki yardımcım bile “Bu ne pislik, böyle yaşanır mı? Kalk git, defol” diyor bana. Buna karşılık pek cevap vermiyorum. Bu tavrım da rahatsız ediyor. Birine tokat atınca tokat yemek istiyorlar.

Ama sinema eleştirmenlerine çıkıştınız.

Hayır, kızmıyorum kimseye. Beni eleştirirken, daha doğrusu “Recep İvedik”i eleştirmeye çalışırken bana hakaret etmeye başladılar. Bu tavır, eleştirdikleri tavır olmuyor mu yani? Filmde çok argo var diyen insanlar bana argo hitaplarla yaklaştılar. Yoksa zaten eleştiri olmazsa bir tuhaflık var demektir.

Nasıl bir etkisi var eleştirilerin?

Pozitif de olsa negatif de, bunlardan yola çıkarak kendimi değiştirmem. Bana şimdi deseler ki, “Muhteşem bir film yaptın Şahan, sen bir dahisin, yüzyılın filmini yaptın”. Ben oturup “Yüzyılın filmini yaptım ya, muhteşemim abi” demem. Bugün söylediğimi söylerim gene. Hiçbir sanatsal değer taşımayan, sabun köpüğü, popcorn bir film yaptım, çok da abartmayın derim. “İğrenç bir film, rezalet. Bu ülke nerelere gidiyor?” dediklerinde de “Biz ne aşağılık insanlarız” diye düşünmüyorum.

“Bir süre televizyon işi yapmayı düşünmüyorum”

 2005 yılına kadar daha yumuşak yaklaşıyorlar size. Küçük bir kanal, yeni çıkan bir genç, hani böyle biz bize durumu... Mesela Ekşi Sözlük’te hakkınızda yazılanlar hep iyiyken bu tarihten sonra kötüye dönüyor birdenbire.

Doğru. Benimle ilgili sayfaların ilk yarısı çok iyi, sonrası çok kötü. Bir anda değişmiş her şey.

Dikkat Şahan Çıkabilir” Atv’ye geçtikten sonra değişiyor galiba.

Aynen öyle. Ekşi Sözlük entelektüel insanların toplanıp bir ayin şeklinde yazı yazdığı bir site olarak algılanıyor. Ufak bir kanalda bir programı kendileri fark ettiklerinde çok ayrıcalıklı hissediyorlar. Fakat o program genele oynamaya başladığında onların ayrıcalıkları yok oluyor. Recep’in ağzından “Agresifim, kompleksliyim, Ekşi Sözlük yazarıyım” diye söyletmiştim. Hâlâ da öyle görüyorum.

Atv’ye geçince samimiyet mi kayboldu?

Bir hangara geçildi, dekorlar büyüdü, ekip altıdan 26 kişiye çıktı. Bende bir yorgunluk sinyalleri başladı. Atv’de de sürekli yönetim değişiyordu o dönem. Programın saatleri, günleri oynamaya başladı. Anlaşmam 26 bölümdü, tamamladık bitti.

Televizyonda inişli çıkışlı bir gidişatınız var. İlk programınız “Zıbın” ilk bölümde yayından kaldırıldı. Bugün “Haklıydılar” diyor musunuz?

Televizyon işlerinde doğru zaman, doğru yer, doğru insan olması lazım. Örnek olarak “Var mısın? Yok musun?”u verebilirim. Daha önce üç kere yapıldı bu yarışma Türkiye’de fakat Acun’unki reyting rekorları kırıyor. Sebebi daha Türk olması. Birbirini destekleyen insanlar grubunu seviyor Türkler. Sanki bir selden mağdur olmuş da spor salonuna alınmış gibi oradaki yarışmacılar. Hepsi birbiri için bir şey yapıyor; biri avlanırken diğeri ateş yakmaya çalışıyor. O elektrik tutuyor.

“Dostluklarım çıkar üzerine kurulu değil”

“Kolay Gelsin”den neden ayrıldınız?

Filmi çekmeye başladığımda, yeni dönemde yine NTV’de program yapacaktım. Fakat film çekimi uzayınca plan değişti. “Kolay Gelsin” projesi üç-dört senedir vardı; ben de çok istiyordum Uğur Yücel ile çalışmayı. Ama filmin çıkışıyla yakın tarihlere denk düştü. Ben de katılabildiğim kadar katılayım dedim. Erol Avcı da olumlu karşıladı.

Filmin tanıtımları hafifleyince tekrar dönecek misiniz programa?

Bunu planlıyorduk aslında ama şimdi bir süre televizyon işi yapmayı düşünmüyorum. Biliyorum, “Şahan gişe yapınca Kanal 1’i bıraktı” dediler. Benim hayatım, dostluklarım insanların sandıkları kadar çıkar üzerine kurulu değil.

Uğur Yücel ile Erol Avcı kızdılar mı size?

Hayır, anlayışla karşıladılar. Zaten çok sevindiler filmin başarısına. 20-25 kişinin yürüttüğü bir sektör burası. Kimse böyle bir tavır sergilemez.

“Bir-iki kitap okudum, onlarda da aradığımı bulamadım”

80’lerde çocuk olan herkes gibi “televizyon çocuğu”sunuz. Espri anlayışınız bunlarda beslendi mi?

Devekuşu Kabare oyunlarını, Levent Kırca’nın “Olacak O Kadar”ını, Kemal Sunal filmlerini izlerdik. Bu insanlar çok öncü insanlar. Bizim kuşağın mizah anlayışının gelişmesinde çok etkili oldular. Çocukluğumda en çok “Bizimkiler”i hatırlıyorum. “Yakari” diye bir çizgi film vardı. Bunlarla büyüdük. Farkında olmadan besleniyorsun. O kadar eğlenerek izlerdim ki.

Okumaya meraklı bir çocuk muydunuz?

Hayır. Bir-iki kitap okudum, onlarda da aradığımı bulamadım. Ne arıyorsam? Çocuklukta bize iki yazarı okuttular: Biri Ömer Seyfettin, diğeri Gülten Dayıoğlu.
Hiç unutmuyorum, hiç de unutmayacağım. Mimledim.

Neydi bu kadar ağır darbe vuran?

Gülten Dayıoğlu’nun “Suna’nın Serçeleri” kitabı...
10 yaşındaydım daha. İşte bir kız varmış, bir inşaatın önünden geçerken kireç kuyusuna düşmüş, bacakları felç kalmış. Bu yüzden cama gelen serçelerle konuşmaya başlamış. Böyle şizofren bir durum!
Ben inşaattan geçerken ağlıyordum o yaşta. Sonra Ömer Seyfettin’in “Kaşağı”sı... Çocuk kaşağıyı kırmış, “Kardeşim kırdı” demiş, o kardeş de kuşpalazı geçirip ölmüş. Bunu okuduktan sonra Togan’a baktıkça gözlerim doluyordu. Ben bunları okuyunca “Yeter dedim, “Artık içim kaldırmıyor”. Sonra soruyorlar sizin kuşak neden bir garip diye...

“Popüler işlere girince seni peluş oyuncak gibi görüyorlar”

 Konservatuar mezunu ama doğaçlamaya daha yatkınsınız. Zaten konservatuarın ilk yıllarında mutsuz olmuşsunuz. Sonra nasıl çözüldü mesele?

Benim Zurap diye Gürcü bir hocam vardı, yeteneğimi fark etmişti. Diyelim ki Çehov oynuyoruz, bana derdi ki “Sen Çehov’u birebir ezberleme. Sadece orada söyleyeceklerini oku, kendin söylüyormuş gibi anlat bize”. Öyle çalıştık Zurap Hoca ile ve 100 üzerinden 98 ile mezun oldum.

Lisede nasıldınız, parlak bir öğrenci miydiniz?

Ortanın biraz üstü bir öğrenciydim. Genelde teşekkür alırdım, arada bir takdir. Çok yaramazdım. Dershaneye gidiyordum son sınıfta, sürekli çıkar bilardo oynardık. Oradaki hoca, “Bu sınıfta bir tek sen kazanacaksın, diğerleri senin yüzünden açıkta kalacak ya da tam tersi olacak” derdi. Kızılay’daydı dershane, 200 tane lahmacun söylüyordum sınıfa. Dersin ortasında “Burası mı abi?” diye biri giriyordu kapıdan. O gün kaynıyordu. Böyle iğrenç bir insandım.

Aranan bir arkadaş mıydınız?

Eğlenceli bir tiptim tabii. Sonra tiyatroya girince çok afalladım. Simsiyah bir ortam, perdeler, bir yerden Çetin Tekindor giriyor, bir yerden Cüneyt Gökçer... Bir de ilk sene hiçbir şey yaptırmıyorlar. Sahne üzerinde durmak, vücudunu tanımak gibi sahneye alıştıran dersler... O sene çok sıkıldım.

Konservatuar sınavını hatırlıyor musunuz?

Tabii. İki parça hazırlamıştım. Biri “Hamlet”ten. Herkesin çalıştığı bir tiradı varmış, benimki o değildi. Çünkü kitabı açıp uzun paragraf aradım ve onu ezberledim. “Hamlet”i okumamıştım üstelik; sorsalar, hiçbir şey bilmiyorum. Bir de Coşkun Ormak’tan “Kuş” diye bir oyun hazırladım. Çıktım sahneye, tabii jüriyi görünce geriliyorsun. Kurtlar Vadisi konseyi gibi.
Oyna dediler ama kestiler yarısında. Çok bozuldum. Diğerini de yarısında kestiler. Dışarı çıktım sonra, “Çok kötü geçti, hiçbirini izlemediler” dedim. İki gün sonra liste açıklandı, 370 kişinin arasından seçilen dört kişiden biriydim.

“Hayalim bir şov programı yapmaktı”

Okulu bitirince neden hemen İstanbul’a geldiniz?

Çok istiyordum. Okuldayken de hayalim kendi şov programımın olmasıydı. Tiyatrodan da uzaklaşmayayım istiyordum. Şov dünyasında biraz para kazanma, o parayla kendi kafamdaki tiyatroyu yapma hayalim vardı.

Var mı hâlâ bu hayal?

Artık pek yok. Olsa bile beni ne kadar ciddiye alırlar bilmiyorum. Popüler işlere girince insanlar seni gayrıciddi, peluş oyuncak gibi görmeye başlıyor. Belki ileride yapabilirim. Yaşlanınca bana saygı duyacak ya insanlar... Saçlarım beyazlayıp da usta oyuncu olunca tiyatro açarım belki.

Gençseniz ve de komikseniz ciddiye alınmama riskiniz mi var?

Gençseniz zaten ciddiye almazlar. Komikseniz daha da kötü. “Sen bir büyü de” sözü 35’e kadar sürüyor, sonra bir duruluyor, 45’ten sonra saygıdeğer adam oluyorsun. “Yılların oyuncusu yav”...

Bazı komedyenler sahneden indiğinde suratsız ya da çekingendir. Siz de öyle misiniz?

Bazen. Genelde değilim. Çünkü benim var olabilme sebebim ciddi duramamam. Bu mesleği bu yüzden seçtim.

“Ancak sevgilime yemek pişiririm”

“Recep İvedik” büyük başarı kazandırdı, özgüven getirdi...

Yok, ben hep öyleydim zaten.

 Zengin etti mi peki?

Zenginlikten kastımız herkese göre değişir. Ben zaten bu işlere başlamadan evvel de belli bir standartta yaşayan bir adamdım. O yüzden pek bir değişiklik yok.

Lüks ne var hayatınızda?

PlayStation! Otomobil de severim, Audi Q7 kullanıyorum. Onun dışında ultra lüks kıyafetler giyeyim, iyi yerlerde yemek yiyeyim gibi dertlerim yok. 

Hep böyle mi giyiniyorsunuz?

Genelde.

O her şovda giydiğiniz, meşhur Dockers pantolonunuza ne oldu?

Bana zorla çıkarttırdılar onu. Sekiz tane vardı aynı pantolondan, her gün birini giyiyordum. Güzel oluyordu, düşünmüyordum ne giyeceğimi. Alışveriş falan gibi taraklarda bezim yok çünkü.

Yemek alışverişi?

Onu da yapmam. Yemek pişiririm bazen ama çok romantikleşmem lazım. Sevgilime pişiririm ancak.

Ne pişirirsiniz mesela?

Ne istersen pişiririm. Çok güzel pilav, yanına soyalı tavuk yapabilirim.

Pilav en zorudur.

Tabii ama çok güzel yaparım.

Sevgili demişken, Doğa Rutkay ile ilgili konuşmuyorsunuz. Ama şunu söyleyebilirsiniz herhalde, centilmen bir erkek misiniz?

Evet, sadece sevgilime karşı değil, bütün kadınlara karşı centilmence bir tavrım vardır. Sigara da yakarım, kapı da tutarım. Erkeklere de tam aksi, Recep İvedik gibi davranırım.

 “Spor merkezlerine gidince tek şişman sen kalıyorsun”

Spor yapıyor musunuz?

Yapmıyorum. Keyif almıyorum spor yapmaktan. Özellikle de spor merkezlerinde şu durum var ya: Gidince bir şişman sen kalıyorsun. Düşünüyorsun ki içeride 70 şişman hep birlikte kilo vereceğiz, güzel vücutlara sahip olacağız. Bir giriyorsun içeri, cillop gibi kızlar, üçgen vücutlu erkekler... Sen kendi şişmanlığınla kalıyorsun. Koşasın da gelmiyor. Ama her sene bir spor merkezi üyeliğim var. Senenin başında üye olur, günahım neyse bırakırım. 

Zayıflamayı dert ediyor musunuz?

Yoo, böyle de iyi, fark etmez. Ben tam şişman değil de iri bir adamım. Hani 10 sene vücut çalışmış da bırakmış, sarkmış, öküz gibi olmuş denen adamlardanım. Öküz gibi bir adamım yani. Ama buradan ileriye gitmek istemem.