26.05.2019 - 07:50 | Son Güncellenme:
Asu Maro
Hâlâ kalplerde ayrı bir yeri olan “Canım Ailem”deki ürkek genç kız sadece 10 yıl geride kalmış ve karşımızda sinemadan tiyatroya her alanda özenle seçtiği işlerde inci gibi parlayan bir genç kadın var. Funda Eryiğit, bu yıl artık çıtayı iyice yukarılara taşıdı, Craft’ta Çağ Çalışkur’un sahnelediği “Fotoğraf 51”de DNA’nın çifte sarmal yapısının keşfedilmesinde taşıdığı hayati rol görmezden gelinen bilim insanı Rosalind Franklin’i oynayarak neredeyse bütün tiyatro ödüllerinin sahibi oldu. Sayalım: 23. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Ödülleri’nde Yılın Kadın Oyuncusu, 24. Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ve XIX. Direklerarası Seyirci Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu.
- Öncelikle kutlayarak başlayalım, ödüller dört oldu. Nasıl hissediyorsunuz?
Valla biraz fazla oldu galiba diye hissediyorum. Biraz ekstrem bir durum benim için de, böyle bütün ödülleri alacağımı provalar esnasında hiç tahmin etmezdim yani. Güzel tabii. Bir taraftan da bir yük oluştu üzerimde. Ama çok hızlı bir şekilde o yükü attım, hemen oyuna konsantrasyon sağladım, hızla unutma çabasındayım.
- En azından ilk anda “Evet ya, başardım ben bu işi” gibi bir duygu olmuyor mu?
Bende o çok olmuyor. Oyun oynadıkça sürekli bir şeyi keşfedeyim, bir şeyi anlayayım, bunlar çok hoşuma gidiyor. Oyun hep kendini yenilemeye devam ediyor aslında. Prömiyerle bugün geldiğimiz nokta o yüzden çok farklı. Dolayısıyla hiç “oh, oldu” olmuyor bana. Ama canlı olması, tiyatronun en sevdiğim özelliklerinden biri, sürekli bir şey anlama çabasının devam ediyor olması. “Tamam bu bitti,” dediğim zaman zaten oyunu oynamak istemiyorum.
- Rosalind’in kendinize bakış açınızla ilgili getirdiği keşif noktaları oldu mu?
Rosalind’in yarattığı duvarlar meselesi mesela çok kafamı kurcalamıştı. Aslında iyi yazılan karakterler ve iyi yazılan oyunlar sadece o karaktere dair bir şey söylemiyor da bütün insanlığın ortak bir meselesine dair bir şey söylüyor ya, seyirci de öyle bir oyundan keyif alıyor. Dolayısıyla bende de hem kendimde hem etrafımdaki insanların yaklaşımlarına dair çok kapı açıcı şeyler oldu. Bir işe tutkuyla bağlanmak nasıl bir şey, insan sadece tek bir şeye büyük bir hevesle, heyecanla yürüme, bazen kendini bile reddetme noktasına nasıl gelir, gibi.
- Sizin işinizle olan ilişkiniz de bu derece tutkulu mu?
Biraz öyle galiba.
- Hayatta en önem verdiğiniz şey mi?
En önem verdiğim şey değil ama birleşik görüyorum hayatla oyunculuğu. Yoksa hayatta bir sürü çok önemli şey var. Ama ne bileyim, oyunculuk bütün bunları birçok yerinden anlamaya ve anlatmaya çalıştığın bir yer olduğu için, bir karaktere gönlümü kaptırınca bayağı dalıyorum oraya. Biraz gözümü kapatıyorum etrafa karşı, çünkü oradan haz alıyorum. Bunu oyunculuktan başka bir yerde de yapıyor olabilirdim. O yüzden oyunculuğu kutsal bir şey olarak görmüyorum, hayatla birleşik bir şey olarak görüyorum. Mesela bilim de böyle bir şey. Sanat ve bilim birbirine çok yakın şeyler o anlamda. Bunu da oyunla birlikte fark etmeye başladık.
- Rosalind’in hangi özellikleri ya da duyguları üzerine gitmeyi tercih etmiştiniz?
Çok fazla var. Çok titiz olması, çok detaycı olması, mükemmeliyetçi olması, kendine karşı acımasız olması, hep güçlü duran kadın pozisyonunda olması, babasının takdirini kazanmak için hiç hata yapmama kaygısı,
- Bütün bu duvarlarına rağmen de büyük bir haksızlığa uğramış olması da ilginç. Koruyamamış kendini.
Ama çok can alıcı taraflarından biri de Rosalind’in hâlâ “Ben göremedim,” diyor oluşu, hâlâ o okları kendine saplıyor oluşu. “Tamam, önemli değil, dünya kazandı” gibi bir bilgeliği de var.
“Kadınlar duvarları koyarken kendilerini unutuyor”
- Benim için oyunun en güzel yanlarından biri, bir kadın hikâyesi anlatıp şiddet ve taciz dışında bir konusu olması.
Ki bu kadın bir de çok dirayetli, erkek dünyasına karşı. Ve sadece erkeklerin arasında ezilmiş bir kadın değil aslında, çocukluğunda babayla kurduğu ilişkiden beri, bastırdığı duygularını bir türlü açığa çıkaramayarak kendi kendine de zarar veriyor. Paranoya derecesinde saklıyor gerçekten bilgileri, istemiyor kimseyle paylaşmak. Korkuyor çünkü alınır, çalınır diye fakat korktuğu da başına geliyor nihayetinde. O eril dünyanın içinde kaybolduğunu ve mücadele ettiğini görüyoruz ama yine çocukluğundan beri o dünyanın içinde kendini nasıl bir kimliğe büründürdüğünü de görüyoruz. Birçok kadında da var bu. Yani bu duvarları koyarken, mücadele ederken kendisiyle ilgili unuttuğu şeyler oluyor maalesef. Oraya da odaklanıyor olması benim çok sevdiğim taraflarından biri metnin.
- Sizin de kendinize bir kadın olarak dönüp bakmanıza neden oldu mu? Siz de duvarlı görünüyorsunuz dışarıdan, bilmiyorum siz kendinizle ilgili ne düşünüyorsunuz.
O sosyal çevreye göre değişiyor. Ama daha ketumdum ben de, 30’dan sonra da, insan kendini biraz daha tanımaya başlayınca değişiyor belki, ketumluğum azaldı. Daha önceden yakınlarıma karşı da çok daha ketumdum, derdimi çok anlatmazdım. O anlamda kendime dönüp baktığım yerler oldu geçmişe yönelik.
- Kendini koruma amaçlı mıydı ketumluk?
Büyük ihtimalle. Bende de bir mükemmeliyetçilik vardı çünkü 20’li yaşlarımda, oyunculuğa ilk başladığım zamanlar. Şimdi o mükemmeliyetçilik çok kırıldı, çok mükemmel olmasıyla ilgilenmiyorum mesela artık yaptığım işin. Sonuç iyi ya da kötü olabilir, önemli olan aslında o geçen süreç. Bir oyun iyi oluyor, bir oyun kötü oluyor, bunlar önceden çok büyük dertlerdi benim için... Minik minik detaylarda boğularak ve sürekli mutsuz olarak iniyordum. Onlar falan çok kırıldı, sürecin o anlama çabasıyla, o haz kısmıyla daha çok ilgileniyorum artık.
- Aslında hayatta da öyle oluyor, insan belli bir yaştan sonra daha her şeyin tadını çıkarabilir hale geliyor. Bu anlamda nasıl hissediyorsunuz kendinizi?
Daha iyi hissediyorum, daha çok açıldım, ufkum genişledi. Aslında daha çok iş gelmeye başladı bir taraftan da o kaygıları atınca, içinde bulunduğum yerden daha memnun olmaya başladım. Önceden sürekli bir yetmeme hali vardı. Hep bir sabırsızlık, bir bulunduğun yerle yetinmeme. Şimdi mesela olmazsa olmaz, tamam yani, tabii ki bu biraz da yaşın getirdiği bir güvenle de geliyor.
- Bir de çok güzelleştiniz bence 30’larda.
Teşekkür ederim. Evet kendime daha dikkat ediyorum. Ben mesela sporla “Sessizlik” zamanında tanıştım. Gene karaktere çalışırken tanıştım ve hayatımın bir parçası hâline geldi ve o zaman fark ettim; bedenen iyi hissetmek, bedenen kendine iyi bakmak psikolojik olarak da çok iyi geliyor.
“Setteki eril dil rahatsız ediyor”
- Sizin de kadın olduğunuz için haksızlığa uğradığınızı düşündüğünüz oldu mu?
Tabii ki psikolojik baskılar hissediyorsun. Ne bileyim, sette çok eril dil kullanılması aslında beni rahatsız ediyor ya da tecavüz lafının artık dile pelesenk olması. “Sağdan sola git,” der gibi tecavüz sözünün kullanılması rahatsız etmeye başlamıştı mesela. Söyledim bunu ve anlayışla karşıladılar. Ama bunu söyleme cesaretinde de olmak gerekiyor. Daha işin başlarındayken önce kendine saplıyorsun oku.
- Bu arada bir sinema filminde oynadığınızı okuduk Nejat İşler’le, Uluç Bayraktar’ın çektiği.
Evet, çekimleri aralık-ocak gibi bitti, herhalde 2019’un ikinci yarısı ya da 2020’de çıkacak.
- Peki nasıl bir kadını oynuyorsunuz?
Mehmet Eroğlu’nun kitabından uyarlandı. Filmin adı “Ahmet” bir değişiklik olmazsa, benim oynadığım karakter de Ahmet’in aşık olduğu kadın, özetle. Akademisyen.
- “Hakan: Muhafız”ın kadrosuna katıldığınız duyuruldu. Karakteriniz Nisan nasıl biri?
İstanbul’u ele geçiren bir salgının panzehirini yapmak için Hakan’a yardım eden bir bilim kadını.
“Hayat akıp gidiyor”
- Yakın zamanda neler yapmayı hayal ediyorsunuz?
Valla işte tiyatro yapayım, film yapayım, internet işi yapayım, başı sonu belli olsun. En azından bir süre o televizyon setinin yoğunluğu ve yorgunluğundan, insanlık dışı çalışma koşullarından uzak kalmak istiyorum açıkçası. Yoksa ben her dönem tiyatro yaptım ve diziyle birlikte gitti. Ama o yorgunluğu bir süre istemiyorum galiba, gerçekten çok yükseltecek, heyecanlandıracak bir şey olması lazım.
- Hayatta sizi heyecanlandıran alanlar nelerdir?
Seyahat etmek. O yüzden mesela bu sene hiç televizyon işi yapmayıp seyahat edeceğim dedim. Çünkü hiç kendime zaman kalmıyor ve hayat akıp gidiyor. Bir yerden sonra oyunculuk yapmıyorum gibi geliyor, artık cepten yemek de istemiyorum bir yerde. Tükendi çünkü, güzel karakter rolleri de oynadım, sevdim de oynadığım rolleri ama artık bir yerde, özellikle son işte, dedim ki “Bu oyunculuk yapmak değil”. Bu makine gibi gidip oynayıp canhıraş bir şekilde, yorgunluktan uykusuzluktan perişan olmak. Oyuncu olarak önce kendime iyi bakmam gerekiyor, hem kafa sağlığıma hem psikolojime hem bedenime.
Röportajın tamamı Milliyet Sanat’ın haziran sayısında.