23.03.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:
ÜMİT ASLANBAY
Bugün Hürriyet Gazetesi Ankara Temsilci Yardımcısı olan Faruk Bildirici 12 Eylül 1980 müdahalesinin “geliyorum” dediği günlerde, haziran ayında gazeteciliğe başladı. 1956 doğumlu bir gazeteci ihtilali takip eden aylarda “kurulan mahkemelerde” görevlendirildi sıcağı sıcağına. Siyasilerin, partilerin, derneklerin, örgütlerin, 12 Eylül ile sorunu olan her kurumun bir biçimde yargılandığı sıkıyönetim mahkemelerini izledi. Binlerce sayfalık iddianamelerde adı geçen yüzlerce ismi tanıdı. Otobüslere binerek mevcutlu olarak girdiği Mamak mahkemelerini askeri disiplin altında takip etti.
Oradan önce başlıklarını verdiği hemen her haber manşet oldu. Partiler kahve fincanı kapatır gibi kapatılıyor, bugünkü gibi uzun uzadıya münazara edilmiyordu; Bildirici de Mamak’tan Cumhuriyet gazetesine verdiği her başlıkla memleketin siyasi falına bakıyordu. Mamak’taki çevirmeli telefonu her düşürdüğünde, karşıdan gelen soru hep aynıydı:
- Kaç idam, kaç müebbet verildi, savcı ne dedi?
Onun cevabı da aynı oluyordu:
- Beraat, tahliye hiç yok sorma, sadece idamları yaz, zaten jetonum da az...
O dönemin Ankaralı gazetecilerini “yakın siyasi tarih uzmanı” yapan, “biyograficiliğe” özendiren büyük ölçüde Mamak Sıkıyönetim mahkemeleridir denilebilir bu açıdan. Nitekim o dönem bu mahkemeleri izleyen, “iğdiş edilmiş siyasetin” yaşama, ayakta kalma çabalarını yerinde gözlemleyen her gazeteciden bir “yazar” çıkarttı 12 Eylül günleri. Daha da ötesini yaptı hatta, bu dönemde yetişen gazeteciler, yeniden şekillenen Türk siyasi hayatı ile birlikte edindikleri tüm tecrübelerle mesleki açıdan önemli noktalara geldi.
Tartışma yaratan kitaplar
Bildirici bu eksende 1983 seçimlerinde kimsenin kazanmasını pek ihtimal vermediği, “çok genç bir muhabir” olarak izlediği Turgut Özal’lı ANAP’la birlikte “iktidar oldu”. O artık diğer gazetelerdeki yine genç meslektaşları gibi “Başbakanlık muhabiriydi”. Başbakanlık konutunun önündeki çimlerde, merdivenlerde “Özal o kapıdan bu bu kapıdan mı çıkacak” diye az beklemedi. Nisan 1992’de ayrıldığı Cumhuriyet’ten Sabah’a, oradan Hürriyet gazetesine geçti. Parlamento muhabirliği, Ankara büro şefliği gibi görevlerde bulundu. Ve birçok kitaptan oluşan “yakın siyasi tarihin biyografisi” işte bu yıllarda çıktı.
Tansu Çiller’i anlattığı ilk kitabı “Maskeli Leydi”, Çiller hakkında bilinmeyen birçok olayı aydınlatırken, hayat öyküsündeki bazı sayfaları da ortaya çıkardı. Tartışmalara neden oldu. Ardından “Anıtkabir Racon Zambak” geldi. Burada da yine Ankaralı bir gazetecinin fark edebileceği ayrıntılara işaret ediyor, siyaseti hassas noktalarından yakalıyordu. “Üniforma Slogan Biber” bunu takip etti. “Gizli Kulaklar Ülkesi” ile bu çerçevedeki bir üçlemeden söz edilebilir.
Nitekim bundan sonraki kitap, Çiller’den sonra doğrudan ilgi alanı da olan ANAP ve Mesut Yılmaz hakkındaydı: “Hanedanın Son Prensi”. Biyografilere bir ara verdi ve çok satan başka bir kitaba imza attı Bildirici: “Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi”.
Ve sonrası biyografik çalışmalarla sürdü: Ecevit’i anlattığı “Kuzum Bülent” ve şimdi “Yemin Gecesi”.
Zorlu bir biyografi
Son kitabı “Yemin Gecesi” (Doğan Kitap) zorlu bir biyografi. Anlattığı kişi Leyla Zana. Kendi deyimiyle memleketin bir bölümünün “öfkeyle, kızgınlıkla”, bir bölümünün de “saygıyla” andığı bir siyasi figür...
O da diğer yazdıkları gibi esas olarak 12 Eylül 1980 sonrasına ait, o tarihten sonra şekillenen birisi.
Vedat Aydın’ların, Hüseyin Kocadağ’ların dahi isimlerinin geçtiği birileri tarafından “Bu kadına dikkat edin, memleketin başına bela olacak” teşhislerinin konulduğu bir biyografi çalışması bu. Titizlik istiyor. Ona göre “Newroz” dememek lazım tamam ama “Nevruz” da demeyelim
o zaman. Bir orta yol, bir uzlaşma yolu bulmuş sonunda, kişisel tarihi boyunca izlemekten sıkıldığı sembollerin kavgasından kurtulmak için ve “Nevroz” demiş, olmuş bitmiş.
“Gerilla mı terörist mi?” O zaman “militan” olsun. Olsun ki bunları geçebilelim ve Türkiye açısından son derece önemli bir siyasi figür olan Leyla Zana’yı anlatabilelim, yazabilelim. Bütün derdi bu olmuş Faruk Bildirici’nin ve görünen o ki bu zor işi becermiş.
Zana’nın hayatını neden “TV dizisi” gibi yazmadı?
Kitabınızın sıkça gördüğümüz biyografilerden farkını vurgularken şunu söylemek isterim. Kitapta iç dünya tasvirlerine, TV dizilerine müsait dramatizasyonlara rastlanmıyor: “Leyla Zana onunla karşılaşırken içindeki duyguları bastırdı ama yüreği çarpıyordu, biraz burkuldu, gözleri doldu” falan gibi..
Evet, evet... Eğer öyle şeyler yapsaydım övgüye, sempatiye doğru gidebilirdi ya da tam tersine... İşte onu yapmaktan kaçındım. Bu çok zor bir iş. Hem kahramanın içinden sesleneceksin, onun duygularını vereceksin hem de dışarıdan bakacaksın, objektif olacaksın! Çok zor. Onun için dışarıdan, hatta bazılarına göre soğuk bir dil kullandım. Kitabın kendisi ortaya çıktıktan sonra bazı insanlar da “Neden Leyla Zana?” diye sordular. Aslında bu sorunun içinde şu da var: Leyla Zana’yı yazmaya değer mi?
Ama köyde büyümüş bir genç kadın uluslararası bir figür haline geliyor. Neresinden bakarsan olay, hem TV dizilerine müsait!
(Gülerek) Kişilik yapısı çok önemli. Büyüdüğü entelektüel bir ortamdan söz edemeyiz ama her zaman kendine güvenen, çok güçlü bir yapısı var. O güçlü kişilik yapısıyla başlangıçta siyasi, kültürel bir birikimi olmamasına rağmen Fransa’da devlet başkanının yemek masasına oturabiliyor.
Sert birisi mi?
Hayır. Şunu söyleyeyim. Siyasetçi olarak konuşan o sert kadınla günlük yaşamındaki kadın aynı değil tabii. Herkeste olduğu gibi. Ancak siyaset, yaşamında o kadar büyük bir yer işgal ediyor ki hayatın diğer alanlarını bastırıyor, gölgede tutuyor. Günlük yaşamının her alanını gölgeliyor, belki de engelliyor.
“Siyaseten de ayrılan yollar”
Biyografisini yazacağınızı ilettiğinizde tepkisi ne oldu?
Esprili bir cevap gönderdi. “Faruk bey, neden benim hayatımı yazmak istiyor ki, ben daha siyasi hayatımın sonunda değil, henüz başındayım” dedi. Yıl 2004’tü. Cezaevinden çıkmadan birkaç ay öncesi. Aslında haklı, daha önce Mesut Yılmaz’ı, Tansu Çiller’i yazdım.
Aslında, “Kürt meselesi” ile tanışması kocası ile oluyor herhalde. Sonra durum nasıl; siyaseten de yolları ayrı düşmüş durumda anlaşıldığı kadarıyla...
Evet, siyaseten de yolları ayrı ama şöyle ayrı. Kürt ulusallığı hakkında aynı şeyleri düşünüyorlar ama Mehdi Zana’nınki daha bağımsız bir yapıda, daha bağımsız bir çizgide...
Aslında sizin yazdıklarınıza bakınca hırslı, asla geri adım atmayan bir karakter ortaya çıkıyor...
Evet, asla geri adım atmıyor. Yeter ki karar versin, asla geri adım atmıyor.
O zaman bu anlamda, kocasını da bu konuda geride bırakmış, bu meselede “boynuz kulağı geçmiş” gibi bir durumu var?
İkisinin arasında ben onu geçeyim diye bir yarış yok elbette. Ama hayatın kendisi bunu getiriyor. 1989 yerel seçimlerinde Mehdi Zana daha içerideyken onu belediye başkanı yapmak istiyorlar. “Ben kimsenin artisti olmam” diyor. Yani Mehdi Zana’nın da artisti olmam diyor ama 1991’deki milletvekili adaylığını kabul ediyor çünkü artık artçılık söz konusu değil.
“Kürt sorunu, PKK sorunu, terör sorunu birbirinden ayrı şeyler değil artık”
Leyla Zana’ın kişiliğinde merak edilenlerden birisi de, DTP-PKK ilişkileri...
Başlangıçta HEP kurulurken PKK karşı çıkıyor. “Biz bir siyasi hareketiz, yeni bir siyasi harekete gerek yok” diyor. Fakat HEP yöneticileri partiyi kurmakta ısrar ediyor. İsmi bende iki parti yöneticisi İzmir’e gidiyor. Burada PKK’nın Türkiye sorumlusu ile pazarlık yapıyor, orada anlaşamıyorlar. Bir süre sonra biri değişik olmak üzere iki yönetici Almanya’ya gidiyor. Orada Avrupa sorumlusu ile görüşüyorlar.
Yani Avrupa sorumlusu daha yetkili bir kişi öyle mi?
Evet. İzmir’deki görüşmede görüştükleri kişi ikide bir telefona gidip “Ben bir sorup geleyim” diyor. O zaman bunlar da “Dur bakalım, anlaşamayacaksak asıl o zaman sorumlu kimse onunla görüşelim” diyorlar. Bunun üzerine Almanya’ya davet ediliyorlar. Oraya gidiyor, orada pazarlık yapıyorlar; HEP’i kurabilmek için.
Abdullah Öcalan...
Almanya üzerinden doğrudan Öcalan ile pazarlık yapıyorlar aslında. O da izin veriyor. Sonuçta HEP de PKK’lıların içeriye girmesine izin veriyor. Bu şu demek değil tabii. Bu görüşmelerden ve izinden bütün HEP’liler haberdardı, bunu biliyorlardı diye bir şey yok.
PKK’nın bundan korkusu ne?
Kendi dışında farklı bir siyasi hareket oluşması tabii. Ama kontrol altına aldıktan sonra sorun kalmıyor. PKK’ya rağmen bunu yapabilmek zor. 1999’dan sonra, Öcalan yakalandıktan sonra bazı hareketlenmeler oldu tabii. Bağımsız Kürt aydınları ve bazı hareketler ortaya çıkmaya çalıştı, farklı açılımlar ve çıkışlar oldu ama Hikmet Fidan’ın öldürülmesi ve takip eden olaylarla bunlar bastırıldı. PKK öylesine bir silahlı güç ki, izin vermiyor. Zaten bölgede edindiği konum nedeniyle, siyasi ağırlık nedeniyle de ona rakip bir siyasi oluşum çok zor. Hatta onun dışında bir oluşum...
“PKK terörü 80’de çıkmadı”
Nitekim 80 öncesinde “Kürt” kavramını kullanan sol grupları da “Bunlar Türk” diye bölgeden sürdü...
Evet, kitapta bunu anlatmaya çalıştım. PKK silahlı eylemleri 1980 sonrası başladı gibi anlatılıyor. Öyle değil, PKK 80 öncesinde sol örgütlere ve sivil insanlara karşı eylemler yapıyordu. 80 sonrasında tamamen devlete yöneldi. Bölgede kimseyi bırakmadı ve kendisini çatışabilecek güçte hissetti. Mesele buydu.
Ve geldik bugüne...
Evet, PKK silahlı bir örgüt ama Kürt sorunu, PKK sorunu, terör sorunu birbirinden ayrı şeyler değil artık. “Sorunu sadece ekonomik önlemlerle çözeriz” artık geçti. Herhalde Güneydoğu için 25 yılda hiç olmazsa 25 ekonomik paket açılmıştır. Artık başka türlü düşünelim diyorum ben.
Bu sefer hükümet farklı bir ikili paket açacak. Hem ekonomik hem siyasiymiş...
Bakalım.
“Öcalan’la ilişkilerinde bir sorun yok”
Ona DTP’nin “bir bileni” demek olası mı?
Şu anda öyle bir konumu, saygın bir konumu var tabii.
Abdullah Öcalan ile sürekli görüştüğü artık biliniyor ama onunla gerilimli bir ilişkileri var; son döneminde durum nedir?
Şu anda bildiğim kadarıyla ilişkilerinde bir sorun yok. O gerilimli dönem, Abdullah Öcalan’ın Leyla Zana ile ilgili tereddütleri asıl olarak 2004 yılında, Zana’nın cezaevinden çıkışı sonrası...
Kitapta vurgulandığı üzere Öcalan “Leyla Zana ne yapmak istiyor, lider olmak mı istiyor?” diye rahatsızlığını açıkça belli ediyor.
Evet, evet... O zaman avukatlara söylediği öyle şeyler var. Ama ondan sonra öyle şeyler yok zaten. Yazışmalarla başlıyor ve devam ediyor.
Bir lider olarak belirme ihtimali var mı; o zaman Abdullah Öcalan ile çatışması kaçınılmaz olmaz mı?
Onu kestiremiyorum, bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Leyla Zana Kürt siyasi hareketi içinde her zaman önemli bir figür olmaya devam edecek. Benim edindiğim izlenim bu yönde. Bu rolün ileride tam olarak ne olacağını söyleyemem ama önemli bir rol olacak.