21.09.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:
Şebnem Şenyener
Ortalama bir köşebaşında, alelade bir saatte park eden araçlar arasında Mercedes, Maserati, Range Rover, Aston Martin, Porsche Speedster, Jaguar Roadster, siyah üstü açık 1965 model Mustang, Ferrari 360 Spyder, 2007 Bentley Continental GTC gibi araçları sıkıntı çekmeden sayabileceğiniz bir yazlık yeri New York’un Long Island’ı ya da “uzun adası”.
Kıyı manzarası da farklı değil. Kış boyu, New York’un sıkı cenderesinde iyi terlemiş çoğu, Scott Fitzgerald’ın Jay Gatsby’sine benzeyen, yakışıklı, şık, kozmopolit yazlıkçılar, kuşaklardır burada yaz geçiren Amerikan devriminden kalma köklü paranın arasına karışmak ümidiyle, mega milyonluk dev teknelerini, el yapımı muhteşem yelkenlilerin, usta işi yatların arasına sıkıştırmaya çabalayarak okyanus koylarını doldururlar.
Böyle bir yerde tek yurdu yol, tek aracı iki kişilik bir kayık, “sakar” isimli tek kişilik bir yarış yelkenlisi, bir de üç vitesli bisikletten ibaret yazarın durumu, hayatının son yıllarını, Long Island’da edindiği yazlık ev sayesinde biraz “yerleşerek” geçiren John Steinbeck’in kaleminden çıkan “Gazap Üzümleri”yle “Mutsuzluğumuzun Kışı” arasında bir yerdedir.
Adanın kenarları böğürtlen, frambuaz dolu yollarında, geyiklerin, tavşanların, kırmızı kuyruklu tilkilerin yanı sıra yayalık yapan benim gibi bir insan, hayatında hiç hamburger yemediği için ünlenen Amerikalıyı andıran tuhaf bir ün sahibi olur. Ve olmadık serüvenlerin içine düşer.
Her şeyini hareketliliğe ve bu hareketliliği temin eden taşıt endüstrisine borçlu bir toplumda yazlık, yani “geçici dinlenme yeri” bu bakıma ilk maddesi taşıt olan bir hareketlilik sözlüğü. Bu sözlükte, özel helikopter ve uçağın yanı sıra araba, sahibinin karakterinin ilk ölçüsü. Arabasına bakıp komşusunun hassas, sportif, seksi, pratik, mantıklı, ucuz, ekonomik ya da pinti yanını tespit eder yazlıkçılar.
Rengine bakıp kırmızıysa çok trafik cezası yediğini, yanı sıra enerjik ve canlı, hızlı konuşan; siyah ise çok kaza yaptığını, saldırgan, başkaldıran özelliklerini; gümüş rengiyse soğukkanlı, durgun; yeşil ise histerik; sarı ise idealist; mavi ise temkinli; griyse sakin, kararlı; pembeyse nazik, sevecen; beyaz ise statü düşkünü; krem rengi ise kendinden memnun, kontrollü, az kaza yapan birini bekler.
Yayalığı benimsemek bu tür beklentileri boşa çıkarıp komşuları şaşırtır. Babamın ülkesinin ilk ve son arabasının “ustası”, kardeşimin Amerika’ya sattığı ilk arabanın mühendisinin, yanımızdan geçen her taşıtı, “Buick, BMW, GM Corvette 2I-1, 375 beygir gücünde, 90’ların başında üretildi, alüminyum V-8 motoru, içine yaşı genç biri bindiğinde, siboplarını ve benzin şırıngalarını yarıya düşürerek uykulu hale getirebilir, suspansiyonları ayarlanarak engebeli yollarda sarsıntı azaltılır” diye anlatmaya başlayan ayaklı bir ansiklopedi olduğunu kanıtlamaya çalışmak boşa çabadır. Çevreden Ay’dan gelmiş muamelesi görmeyi engellemez.
Toplu taşıma araçlarını, adanın kuzey kısmında patates çifliklerinin yerini son 25 yıldır dolduran şarap bağlarında çalışan Meksikalılardan başkası kullanmaz. Bu yüzden bir davete giderken, civardaki en iyi Meksika beyaz peynirinin nerede satıldığını, taze mısır tacosunun nerede pişirildiğini öğrenemez arabalı yazlıkçılar.
Keman okulunun araba girmeyen bahçesinde, dolunaylı bir gecede, okyanus kokusuyla dolu gösteri çadırının sahnesinde birkaç fakülte üyesiyle birlikte, kemanını sırf keyif olsun diye çalan Itzhak Perlman’ı kaçırır.
Balina avcılarının sesi
Yıldızlarla dolu gökyüzünün altında, lacivert kadife esen deniz rüzgarının serinliğinde, Vietnam’da askerken bacağını kaybetmiş, Manhattan’da liberal bir üniversitenin başkanı, Nebraskalı demokrat bir senatörün küçük teknesinde, iyi komşuluk gereği, güveni garantiye alınıp “400 yıllık göçün hikayesi köksüzlüğün vatandaşlık kuralı” olduğunu konuşarak evine bırakılma şansına sahip değildir.
Okyanustan vaktiyle bu kıyıların sahipleri “balina avcılarının” sesi duyulur, Herman Melville’in kaleminden, “Moby Dick”in hikayesinden: “Bana İsmail de! Yıllar önce parasız pulsuz halde, karada elle tutulur bir şey bulamayınca, bir yelkenle açılıp şu dünyanın bir de derya kısmını görelim bakalım diye çıktım yola.”
“Mavi kanlı” Amerikan zenginlerine ait New England estetiğinin hakim olduğu bu geçici yerleşim sahnesi yaz, kimileri için Jay Gatsby gibi havuzda yüzükoyun biter. Kimileri Gatsby’nin hikayesini anlatan Nick Caraway gibi geldikleri yere dönerek, şehrin onlara yüklediği çapa atmışlık hissinden kurtulur. Bir endüstri merkezinden ötekine zincirlenenlerin, sivil haklar savunucusu şair Langston Hughes’un ifadesiyle zaten “blues’dan başka bağı yoktur”.
“Yaşanır yaşanmaz sürekli ve değişmez hale dönüşen geçmişinden aceleyle ayrılmak” dürtüsüyle, naftalinli bir hafızadan ibaret evinden 19’uncu yüzyıl Fransız filozofu Alexis de Tocqueville’in gözlemlediği gibi, “çatısını tamamlamadan taşınır Amerikalı”. Küçük şehri onurlandıran, yerleşik yaşamın sağlam değerleri yenilgisini yüzüne vurdukça bilincini çapasına bırakıp, yüreğini onu çağıran özgürlüğe yelken yapar.