04.10.2020 - 03:10 | Son Güncellenme:
Ceyda Ulukaya
Onunki, sinemaya adanmış hayatlardan. Hem de Türk sinemasının yoktan var edildiği, setlere dolmuşla gidilip şaryo yerine sabun kullanıldığı, Yeşilçam’ın tıpkı meşhur repliği gibi “fakir ama gururlu” yıllarında... Figüran olarak başladığı oyunculuk hayatına, “Yılanların Öcü”nden “Sürtüğün Kızı”na, “Boş Beşik”ten “Şoför Nebahat”e unutulmaz kadın karakterlere hayat verdiği 180’i aşkın film sığdırmakla kalmadı, parlak mavi gözleriyle hafızalarımıza kazındı. Bugün 78 yaşında; aklında hâlâ, sırf gözleriyle de olsa oynamak var. Fatma Girik, namı diğer “Fato”, bu yıl 57’incisi düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin de başrolünde. Dün itibarıyla açılış yapan festivalin afiş yüzü Girik’e Bodrum’daki evinden bağlandık, Yeşilçam günlerinden iki Altın Portakal’ın yanı sıra Yaşam Boyu Onur Ödülü’yle de taçlandırdığı festival anılarına uzandık.
Fatma Hanım nasılsınız, sağlığınız nasıl? Pandemi sürecinde günleriniz nasıl geçiyor?
Sağlığım aynı, yürümekte sıkıntı çekiyorum ama daha iyiye gittiğimi görebiliyorum. Zaten rutin kontrollerim devam ediyor. Ameliyat olduğumdan itibaren vaktimi evimde, Bodrum’da geçirdim hep. Annem, kız kardeşim, kedi ve köpeklerimle birlikte sakin bir hayatım var. Hep birlikte nefes alıyoruz. Pandemi sürecinden önce de böyleydi. Ama elbette bu süreç, dünyada ve ülkemizde yaşanan bu salgın herkes gibi beni de etkiledi. Hayatını kaybeden insanlarda, gece gündüz çalışan emekçilerdeydi aklım. Olağanüstü bir süreç yaşadık, yaşıyoruz. Bizler haberlerden, gazetelerden süreci takip ettik ve kurallara uyarak yaşadık. Tedbirli olmak zorundayız. Tedirginliğimiz ve temkinliliğimiz devam ediyor elbette.
Bu yılki Altın Portakal Film Festivali afişlerinde sizi görüyoruz. Müthiş bir fotoğraf. Hangi dönem, hangi film? Size neleri hatırlatıyor?
1970’li yıllardan bu fotoğraf… O dönem, o kadar çok fotoğraf çekilirdi ki, hangi filme ait olduğunu ben de hatırlamıyorum. Ama o günler, hayatımın en güzel günleriydi belki de. Çok çalıştığımız, setten sete koştuğumuz, yorgun düştüğümüz ama her şeye rağmen çok mutlu olduğumuz, işimizi severek yaptığımız, bir ekmeği ortaklaşa paylaştığımız günlerdi. Set işçisi, başrol oyuncusu, yönetmeni hep beraber aynı masaya oturup, yemeğimizi ve heyecanımı paylaştığımız günlerdi.
Siz ilk Altın Portakal ödülünüzü 1965’te “Keşanlı Ali Destanı”yla aldınız. Neler hissetmiştiniz? Bu ödül, sinema kariyerinizi nasıl etkiledi?
O günleri çok net hatırlıyorum, şu an gibi. Türk edebiyatının ölümsüz eserlerinden birinde oynamam için teklif geldiğinde çok heyecanlanmıştım. Rol arkadaşlarım Fikret Hakan, Hüseyin Baradan, Mualla Sürer ve yönetmenimiz Atıf Yılmaz’la hep beraber birbirimize destek vererek yol almıştık. Her sahnesi binbir anıyla dolu. Daha 23 yaşındayken, bu kadar önemli bir eserle ödül almak belki de sinemaya olan aşkımın ateşleyicisi oldu… Ödülü aldığımda, heyecandan yaprak gibi titrediğimi hatırlıyorum. Ama o titremeyi bir ömür boyu içimde taşıdım. Ondan sonra aldığım her ödül çok mutlu etti. Ancak ilk aşkımın yeri başkaydı.
Bugün sahip olduğunuz deneyimle, sahnede titreyen genç Fatma’ya ne söylerdiniz?
“Önün açık, yürü, korkma” derdim.
Türk sinemasının altın yılları diyebileceğimiz bir dönemden bahsediyoruz. Ama hem çalışma koşulları hem hayat tarzı bakımından bugünden oldukça farklı. Biraz o yılları anlatır mısınız?
Ben sinemaya figüran olarak başladım. İlk gençliğimi setlerde yaşadım. Hep anlatırım, şaryomuz yoktu şaryo yerine demir çubukların üstünü sabunla çizer kamerayı öyle hareket ettirirdik. Hareketini sabunla sağlardık. Filmlerimiz çok kısıtlıydı. Onun için önce kamerasız provalar yapar, yönetmen motor dediği an doğru oynamak için elimizden gelen gayreti sarf ederdik. Yoksa ciddi bir fırça bizi bekler olurdu. Setlere kendi imkanlarımızla gider gelirdik. Bazen vapurla bazen dolmuşla… Kıyafetlerimizi evden getirirdik. Kostümcülerimiz, makyözlerimiz yoktu, makyajımızı kendimiz yapardık. Çok önemli sahnelerde bazen kuaförümüz olurdu. Şimdi bazen “Türk filmlerinde bunlar da hep peruk takıyormuş” diyorlar ya o perukları takmaya mecbur kalıyorduk. Bazen makyajımızla dalga geçiyorlar ya çok gücüme gider bu durum. Hepimiz çok gençtik, hiçbirimiz profesyonel makyaj sanatçısı değildik ve yapabildiğimiz kadarını yapıyorduk. Bazen sokaklarda çekim yaptığımızda tanımadığımız evlerin kapısını çalar “Burada giyinebilir miyiz?” diye sorardık. Biz bu şartlar altında o filmleri yaptık. Ve ben bu şartlarda yaptığımız o filmlerle gurur duyuyorum.
Yeşilçam sineması da tıpkı ana repliği gibi “fakir ama gururlu”ydu diyebilir miyiz?
Kutluyorum, ne güzel dedin. Gerçekten bunu söyleyebiliriz Yeşilçam sineması için. Gururlu, samimi, hakiki ve sıcacık…
Siz toplumun hemen her kesiminden kadını temsil eden rollerde yer aldınız. Buna rağmen en çok sert, mağrur kadın rolleriyle özdeşleştirildiniz, “Erkek Fatma” olarak anıldınız. Sizce neden?
Bana, “Şoför Nebahat” rolünden sonra “Erkek Fato” demeye başladılar. Sözünün eri, mert, korkusuz ve gözü pek… Ama ben Erkek Fato lafını her zaman iade ettim ve hiçbir zaman benimsemedim. Bu cinsiyetçi bakışı şiddetle reddettim. Kadın olunca mert olunmuyor mu? Sözünün eri olunmuyor mu? Korkusuz olunmuyor mu? Benim gibi milyonlarca kadın var şükürler olsun. Bir rol tipi sanatçıyla özdeşleştiğinde, onun üstüne hep gidilir. Yoksa ben ve dönem arkadaşlarım, kadının toplum içindeki yeri için mücadelemizi, filmlerimizde elimiz erdiğince, gücümüz yettiğince verdik.
Bu cinsiyetçi bakış bugün ne kadar değişti sizce?
Bu cinsiyetçi bakış hiç değişmedi, aksine daha da altı çizildi. Çünkü eğitimden gitgide uzaklaşıyoruz. Kötü örnekler çoğalıyor. Erkeğin üstün olduğu, kadının ezilesi bir varlık olduğu düşünülüyor ne yazık ki. Bu düşünceye gücüm yettiğince karşı duracağım ve kadın erkek eşitliğini destekleyen, buna inanan herkesin yanında olmaya gayret edeceğim.
Filmleriniz arasında ayrım yapmak zordur ama dönüp baktığınızda, bende yeri ayrıdır dediğiniz bir film ya da rol var mı?
Filmlerimin çoğunu severek ve isteyerek yaptım. Unutulmaz filmler oldu benim, beni sevenler ve sinemayı sevenler için… Yılmaz Güney ile oynadığım “Acı”, “Boş Beşik”, “Meryem Ana ve Oğulları”, “Ezo Gelin”, “Kambur”… Hangi birini ayırt edebilirim ki? Filmlerimin hepsi benim ‘iyi ki’lerim...
“Sağlık çalışanları gözümüzün bebeği”
Festival için tasarlanan bir diğer afiş de içinden geçtiğimiz bu zorlu pandemi döneminin kahramanı sağlık çalışanlarına adandı. Ama bir yandan da hemen her gün sağlık çalışanlarına yönelik yeni bir şiddet vakasına tanık oluyoruz...
Ben kendi posterimde de sağlık çalışanlarına selam göndermek istemiştim. Sağlık çalışanlarına uygulanan şiddeti ben daha büyük bir şiddetle kınıyorum. Ama kınamakla hiçbir şeyin olmadığını da biliyorum. Sağlık çalışanlarını gözümüzün bebeği gibi korumalıyız. Onları sarıp sarmalamalıyız. Koşullarını düzeltmeliyiz. Hepsini tek tek sevgiyle kucaklıyor, hepsine büyük saygı duyuyorum.
“Aklımda Suna Kıraç var”
Oynayamayıp içinizde kalan bir rol oldu mu? Bugün kamera karşısına geçseniz, ne oynamak isterdiniz?
Oynamayıp içimde kalan pek çok rol oldu. Ben sinemanın ve oyunculuğun arsızıyım. Bundan da gurur duyuyorum. Ama artık biliyorum ki ancak yerinde oturan, gözleriyle konuşan bir kadının hikayesini anlatabilirim. Suna Kıraç var aklımda mesela. Yakın zamanda yitirdiğimiz, topluma olan sorumluğunu yerine getirmesinden dolayı saygı ve sevgi duyduğum biri.
“Afişte olmak beni onurlandırıyor”
Girik “Antalya Film Festivali, Türkiye’nin en köklü ve en eski film festivali. Afişlerinde olmak beni gerçekten onurlandırıyor. Keşke sağlığım yerinde olsaydı ve o festivale koşarak gitseydim. İyi ki sinemamız, iyi ki festivallerimiz var. Buradan Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’e geçmiş olsun dileklerimi de iletmek istiyorum. İkimiz de aynı anda, ayrı hastalıklarla mücadele ettiğimiz için festivalde olamayacağız ne yazık ki” diyor.