22.03.2020 - 03:08 | Son Güncellenme:
CEYDA ULUKAYA
Tüm insanlık olarak koronavirüs günlerinden geçtiğimiz bir dönemdeyiz. Dünya çapında hızla yayılan salgın nedeniyle evlerimize kapandık, gerekli önlemleri aldık fakat iş bununla sınırlı kalmadı. Her gün aldığımız yeni bir bilgi, kaygılarımızı derinleştirmeye, zihnimizin karanlıklarında saklı olası kötü senaryoları hortlatmaya yetiyor ve daha fazla makarna ya da tuvalet kağıdı stoklayarak rahatlamaya çalışıyoruz. Peki panik seviyemizin gitgide arttığı bu distopik pandemi günlerinde mantığımızı ve ruhsal sağlığımızı nasıl koruyacağız? Psikiyatr ve yazar Dr. Alper Hasanoğlu’nun kapısını çalıp sorularımızı sorduk.
Şu an hangi duyguları yaşıyoruz?
Etrafımızda çok karmaşık duygusal ve düşünsel veriler var. Kimisi hiçbir şekilde umursamazken kimisi de aşırı derecede kaygılı. Bir de gerçekçiler var. Onları da ikiye ayırmak gerekiyor: İyimser gerçekçiler ve kötümser gerçekçiler diyorum ben. Kötümser gerçekçiler bunun iki yıl süreceğini, yüzde 80 oranında herkese bulaşacağını, yüz binlerce insanın öleceğini düşünürken, iyimser gerçekçiler önümüzdeki iki ayı mümkün olduğunca önlem alarak geçirirsek o kadar da büyük sonuçları olmayacak diye düşünüyor, özetle. Ben iyimserliğe de kötümserliğe de kuşkuyla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum çünkü öbür türlüsü falcılık oluyor. Gerçekten ne olduğunu ancak bu salgın bittikten sonra görebileceğiz. Ama iki birimlik tehlike için beş birimlik korku yaşamanın ne iyimser ne kötümser gerçekçilikle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Neyle ilgili peki?
Şöyle düşünelim: Koronavirüs dışında tarih boyu kara veba, kolera, grip, tifo ve domuz gribi bugüne dek pandemi ilan edilmiş ve milyonlarca insan ölmüş. 2020’nin başındayız, koronavirüs kaynaklı ölümler tabii ki artabilir ama istatistiki bilgiler bize diğerleri gibi bir pandemiyle karşı karşıya olmadığımızı gösteriyor. Çok önemli bir Dünya Sağlık Örgütü çalışanının dediği gibi şu anda aslında pandemiden çok infodemi var. Yani bir enformasyon salgını. 2009’daki domuz gribi salgını çok daha tehlikeli boyutlarda olmasına rağmen sosyal medya o dönem bu kadar güçlü olmadığı için, insanların birbirilerinin korkusunu karşılıklı olarak artıran bir enformasyon alışverişi olmamıştı. Üstelik bu sadece enformasyon değil, dezenformasyon alışverişi. Tabii ki sosyal medya sayesinde birçok şey de öğreniyoruz ama bilgiye ulaşırken felaket senaryolarına da çok maruz kalıyoruz. O zaman da bilgiyi kuşkucu bir şekilde değerlendirmek zorlaşıyor. Hele ki, biraz olsun endişeli bir karakterseniz. Çünkü algıda seçiciliğin negatif hali bu. Şu anda yalnızca koronavirüsle ilgili hadiselere dikkat ettiğimiz için bakıyoruz ve “İşte” diyoruz. Bu arada da örneğin domuz gribinde ilk 3 ayda kaç kişinin öldüğüne dikkat etmiyoruz. Kaç kişinin kanser olduğundan haberimiz yok. Dünyada her 17 saniyede bir bir kadına tecavüz ediliyor örneğin, koronadan daha tehlikeli erkekler var bu dünyada.
Evet ama koronavirüsün çok hızlı yayılması göz korkutuyor...
İtalya’da koronavirüs nedeniyle ölenlerin yaş ortalaması 79. Koronavirüsün 70-75 yaş üzerindeki insanları esas olarak etkilediğini biliyoruz. Ayrıca İtalya Avrupa’da yaşlı nüfusun en fazla olduğu ülkelerden. Önlem almakta geciktikleri de ortada. Genç insanların, ancak bağışıklık sistemini baskılayan önemli hastalıkları olması durumunda risk altında oldukları biliniyor. Böyle baktığımızda almamız gereken önlemleri de görebiliyoruz. Örneğin öncelikli olarak komşumuz, akrabamız olan yaşlı insanlara yardım etmek durumundayız. Onların alışverişini yapmak gibi. Bu belki yardımsever ve dayanışmacı bir ruha tekrar kavuşmamızı da sağlayacak.
Bunlar önemli ama ister istemez kaygı yaşıyoruz. Kaygı korkuya dönüşüyor. Önlemler obsesyona dönüşüyor. Bunun ayrımını nasıl yapacağız?
200 bin yıllık Homo Sapiens, hayatta kalmak için kaygılı olmak durumundaydı. Biz de onların torunlarıyız. Ama yalnızca kendi içimize dönük bir yaşam sürersek kaygıdan mahvoluruz. O yüzden sosyal ilişkiler bu kadar önemli. Bu sayede kaygıdan uzaklaşabiliyoruz. Şimdi herhangi bir uğraş içinde olmadan eve kapanıp yalnızca haberleri okuduğumuzda kendimizi kötü hissedeceğimiz, kabuslar göreceğimiz, sabah kötü uyanacağımız, masamıza dokunduğumuz her an gidip ellerimizi tekrar tekrar yıkayacağımız yüzde yüz. Böyle bir durumda yapmamız gereken şu: Tamam, evde miyiz? Sevdiğimiz insanlarla bol bol telefonla konuşalım ama felaketleri değil, kitap okuyalım, kendimize güzel bir yemek yapalım ve mümkün olduğunca, tabii ki tamamen kopmayalım ama haberlere daha az bakalım. Şunu bir motto olarak bir kenara yazmamız lazım: Evet, zor günlerden geçiyoruz ama içimizdeki korkudan daha büyük bir tehlike yok. Bu, önlem almamak anlamına gelmiyor ama korkumla gerçek tehlikenin aynı düzeyde olmadığını her defasında anımsamalıyım ve davranışlarımı ona göre ayarlamalıyım.
Şu an erzak depolama, paket paket tuvalet kağıdı alma gibi davranışlar çok yaygın. Bunları nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar stres durumlarında gerçekçi davranamazlar. Ve bunun da bulaşıcı bir etkisi var. Tuvalet kağıdı almayla koronavirüs arasında mantıklı bir bağlantı göremiyorum. Belki beyaz olduğu için hijyeni temsil eden bir şey ve bilinçdışı bir şekilde beyaza yöneliyor insanlar. Ama 50 kilo pirinç almak ne kadar saçmaysa tuvalet kağıdı almak da o kadar saçma görünüyor. Ben işin daha az kötü tarafı olarak şunu görüyorum: Koronavirüs varlıklı ve varlıksız insanları eşitledi bir anlamda. Çünkü yalınıza kapanarak kurtulamazsınız koronavirüs sizi bulacaksa. Ve gecekondunuza kapanmakla yalınıza kapanmak arasında da gerçekten büyük bir fark yok.
Acaba kendimizle baş başa kalmak durumunda olduğumuz bu süreçten bireysel olarak neler öğrenebiliriz?
Çince alfabede kriz kelimesi iki sembolün yan yana gelmesiyle oluşuyor. Ve bu iki sembol tek başlarına sorun ve şans anlamına geliyor. Yani her kriz kendi içinde sorun ve şans barındırır. Koronavirüs bize en başta neyi söylüyor? Ölümlüsün. Bizler insan olarak öleceğini bilen ama öleceğine inanmayan canlılarız ya, şu an her gün koronavirüsten ölüm haberleri okuyoruz ve biz de ölebiliriz diye korkuyoruz. Ölümle yüzleşmek gerçekten insan hayatında çok önemli bir şanstır, ölmediğiniz sürece tabii. Çünkü aslında bu hayatta gerçekten ne istediğimizi ve ne istemediğimizi anlayabilme, istemediğimiz şeyleri de cesaret gösterebilirsek ve olanaklarımız elveriyorsa hayatımızdan çıkarabilme şansını buluruz. Yoksa bu tür psikolojik ve sosyal açıdan zorlu dönemler haricinde yaptığımız, bize ne dayatılıyorsa onu yaşamak oluyor. Sen şunları yaparsan mutlu olursun deniyor, biz de bu sene mavi kazak modaymış deyip mavi kazak alıp mutlu olduğumuzu zannediyoruz. Halbuki, evet bazıları mavi kazakla mutlu olabilir ama bazıları yalnızca siyah kazakla mutlu olur. Bütün bunları sorgulamak için bir fırsat.
Toplumsal boyutta düşünürsek koronavirüsü psikolojik olarak nasıl yeneriz?
Önümüzde anlaşılan minimum 2-3 ay var. Bu, düşünce sistemimizi değiştirmek için yeterli bir süre. Örneğin yaşlı komşularımıza yardım etmeyi bir alışkanlık haline getirmek bu sürede mümkün. Sonra bu krizler geçtiğinde bunu yapmaya devam edebiliriz. Buradan belki hayatımızı daha anlamlı ve değer odaklı, erdemler üzerine inşa edilmiş bir hayat haline dönüştürebilme şansına sahibiz.
Şu an bunun aksine daha benmerkezci bir anlayış hakim gibi...
Bence bu ilk tepki. Bir süre sonra insanlar kendilerinden sıkılacak ve tekrar birbirlerine dönecek diye düşünüyorum. Bu temel ruhsal gereksinimlerimizden biri çünkü. Bize sıkıntı veren şeylerden uzaklaşıp bize iyi gelen şeyleri yapmaya ihtiyacımız var. Durmadan her gün koronavirüs konuşmak bir süre sonra insanlara yeter dedirtecek. Ve daha olumlu şeylerden bahsetmeye başlayacağız. Çünkü hayat devam edecek.
“Pandemi evlilikleri öldürebilir”
Çin’de boşanmalar artmış. Evlerimize kapanmak ilişkileri nasıl etkileyecek?
Çiftlerin sanki sürekli bir arada olmak, her şeyi birlikte yapmak istiyorlarmış gibi bir arzuya sahip olduğu varsayılıyor ama bu gerçek değil, illüzyonel bir arzu. İki insanın çok uzun süre birbirine katlanabilmesi, hele de birbirimizden her şeyi beklediğimiz ilişkilerde çok zor. Bunun üzerine bir de stres düzeyimiz yükseldiğinde, doğal olarak birbirimizden beklentilerimiz artıyor, toleransımız düşüyor. Dolayısıyla farkında olmadan birbirinden her şeyi bekleyen çiftler, birbirlerine bu beklediklerinin onda birini bile veremeyeceklerini görecekler. O yüzden de birbirinden bağımsız olarak kendilerine iyi gelen şeyi yapıyor olmaları, hatta olanakları el veriyorsa ara sıra günün önemli bir kısmını ayrı odalarda geçirmeleri önemli.
Pandemi aşkı öldürür mü diyoruz?
Pandemi evlilikleri öldürebilir diyebiliriz bence. Yeni aşıklar için durum farklı. Bir de belki bir sürü insan da birlikteliklerinin ne kadar güzel ve kıymetli olduğunu öğrendi bu süreçte, bunu bilmiyoruz.
Koronavirüs günlerinde felsefe
Alper Hasanoğlu’ndan koronavirüs günlerine uygun okuma önerileri:
Stoa Felsefesi - Jean Brun
Bütüncül bir insancıllıkla ruhsal sıkıntılarımızla nasıl başa çıkarız sorusunun ilk ve bugün de geçerli yanıtları Stoa’da var.
Yaşamın İdaresi - Ralph Waldo Emerson
Gerçekçi, iyimser, derin ve çok yönlü bir yaşama felsefesi öneriyor. Kader, güç, zenginlik, inanç gibi konuları etik açıdan inceliyor.
Mutlu Olma Sanatı - Bertrand Russel
İyi bir yaşam sürmek için ciddiye alınacak pratik öneriler sunan bir kitap. Mutluluğu bir hedef olarak değil amaçlarımıza ulaşma yolunda hissettiğimiz bir duygu olarak anlatır.
Eros’un Istırabı - Byung Chul Han
Kendini sevmenin narsizmden ayrılan sınırlarını çiziyor. Günümüz Alman filozoflarının önde gelenlerinden Han, Eros’u bir yaşam enerjisi olarak anlatıyor kitapta.
Büyük Erdemler Risalesi - Andre Comte
Nezaket, sadakat, itidal, cesaret, adalet gibi konu başlıkları sanırım yazarın derdini anlatıyor. Nasıl bir hayat sürmeliyiz?
Yaşam İçin Felsefe - Pierre Hadot
Antikçağda bir sağaltım yolu olarak görülen felsefenin bugün de aynı işlevi geri kazanması yolunda bir çabası yazarın.