17.06.2018 - 01:30 | Son Güncellenme:
FİLİZ AYGÜNDÜZ
Hani bir şarkıcı İbo vardı. Kocaman göbeği, büyük gözlükleri, pantolon askıları, papyonları… “Benim Balonlarım Vardı” adlı şarkısıyla tanıdık onu. Yıl 1977’ydi. “O çocuk yüzlü bayramlar şimdi neredeler?” diye sorardı şarkıda: “Bayramları bekler bayramları yaşardık/ Bayramlar mı eskidi bizler mi yaşlandık?” Velhasıl 40 yıl öncesinde bile eski bayramlara özlem vardı. Bugün hâlâ öyle… Bu vesileyle, o çocuk yüzlü bayramları anmak için, Türk edebiyatının 50 yıllık kalem erbabı Selim İleri ile bir araya geldik. İnsanın derinliğini kalemiyle arşınlayıp edebiyata aktarmadaki mahirliğinin yanı sıra, kaybolan değerler ve kültürler için de büyük emek veren İleri, bu yıl gerçekleşecek İstanbul Kitap Fuarı’nın da onur yazarı. İleri ile eski bayramları, lezzetinden sual olunmaz sohbetinde uzun uzun yad ettik. Yeni kitaplarının müjdesini aldık.
- Bayram artık aile büyüklerini, yakınları ziyaret etmekten çok bir tür tatile gitme fırsatı…
Sanıyorum ki iç turizmi beslemek açısından bir yararı var bunun. Ama gelenek ve görenekler açısından ne ölçüde bir yararı var, tartışmak gerekir. Benim zamanımda dedemle muhakkak birileri dargın olurdu. Bayramın ilk günü barışma vesilesiydi, büyük bir sevince dönüşürdü o dargınlığın sona ermesi.
- Evet, “Bayramda dargınlar barışır” denir.
Sanıyorum ki özellikle Ramazan Bayramı’nda yapılırdı bu barıştırma çabaları. Hatırlıyorum; dedemle, kendi annesi, bir sebepten darılmışlar, dedemi onun elini öptürmeye götürmüştük. Ben çok etkilenmiştim, dedemin küçük bir çocuk gibi annesinin elini öpüp başına koyuşundan, ötekinin de biraz soğuk davrandıktan sonra nihayet iki yanağından öperek affedişinden.
- Çocukluğunuzdaki bayram telaşını, yapılan hazırlıkları hatırlıyor musunuz?
Biz çok orta halli bir aileydik ama tüm o orta halliliğe rağmen bir bayram hazırlığı muhakkak olurdu. Bir defa annem dip köşe bir bayram temizliği yapardı evde. Yemeğe gelecek olanlar için ayrı hazırlık, sadece bayram ziyaretine gelecek olanlar için ayrı hazırlık yapılırdı. Mutlaka Hacı Bekir’den şeker alınırdı. Beyoğlu’ndaki Tilla Pastanesi’nden veya Baylan’dan…
“Bayramlık sürpriz olurdu”
- Bayramlık alırlar mıydı size?
Bana ayakkabı alınırdı fakat beni götürmezlerdi.
- Neden?
Arife gecesi ben uyuduktan sonra yatağın ucuna konurdu, sürpriz olarak. Hayal meyal hatırlıyorum kahverengi ‘mokasen’lerimi gördüğüm sabahı. Onları görme heyecanıyla uyurdum. Evin dar geçim şartlarına rağmen bayramlarda bu hiç ihmal edilmezdi. Büyüme çağında olduğum için aynı numarayı iki sene üç sene giyemiyorsunuz. Sürekli yeni ayakkabı alınması zorunlu olduğundan herhalde bayramlara rastlatılıyordu.
- Ütülenmiş, kolalanmış mendillerin arasında verilen bayram harçlıkları ne kadar zarif sunumlardı. O ince yanlarımızı kaybettik mi acaba?
Gelenek ve göreneklerden büsbütün koptuğumuz vakit bu tarz incelikler de kayboluyor. Büyük halamın kızı Bursa’da yaşarlardı, sonra İstanbul’a geldiler. Hep Bursa ipeklisinden olağanüstü güzel, şık, beyaz mendiller içinde iki buçuk liralık, beş liralıklar verirlerdi bize. Başka bir çağdayız elbette hepimiz bunu kabul ediyoruz, ama bazı şeyler var, onların klasik bir devamı, sürekliliği gerekiyor ki hayat inceltilebilsin.
- Mahallede çatapat patlatmak da bir bayram klasiğiydi... Şimdi iki yaşında eline tablet alan çocuklar çatapatı nereden bilsin? Aslında asıl kayıp çocukların bir bölümünün bayram heyecanı oldu diyebilir miyiz?
E, tabii varlıklı bir kesime dönüp baktığımız vakit, çok rahat şartlarda hemen her günü tüketim bayramı gibi yaşıyorlar. Bu arada bayramlar kendine mahsus bir ahlakı da beraberinde getirir diye düşünüyorum. Azla yetinmeyi öğrenmek ahlakı… Gözü tokluk. Gözü tokluk bir ahlak, bir erdemdir. Şimdi hırs var, hep daha fazlası… Ama benim zamanımda bazı şeylerin sadece bayramda olacağını bilirdi herkes, öyle yetişirdiniz. Çatapat dediniz orada bir anım var çatapat tehlikeli bir şeydi. Bir kere benim elimde patlamıştı da davul gibi şişmişti. Ben maytapçıydım.Hâlâ maytapa bayılırım. Onun yıldız yıldız uçuşması beni müthiş etkiler.
- Ve tabii tebrik kartları…
Bayramlarda sınıf arkadaşlarımızla birbirimize bayram tebriği gönderirdik. En az yedi sekiz kişiye gönderdiğimi hatırlıyorum. O kartları seçmek onları hazırlamak, bunların hepsi çok hoş şeylerdi.
- Şimdi toplu mesajlar aldı o kartların yerini…
Suçluluk duygusu belki. Yani hem hâlâ eski geleneğe bağlı kalmak, yapamayınca duyulan vicdan azabı yüzünden kısa yoldan yapmış gibi gözükmek.
Kaymaklı baklavanın tadı
- Şeker, çikolata, baklava, kadayıf, bütün bu bayram lezzetlerinde bir sağlık tehdidi var artık. Bunu ne yapacağız?
Ben yemiyorum, yani çok az yiyorum. Uzaktan bakıyorum kendi kendime sevmiyorsun, sevmiyorsun, sevmiyorsun diyorum. Ama saraylı bir komşumuz vardı Cihangir’de. Onun saray baklavası, kaymaklı, kaymak içinde erimiş ama. 60 yıldan çok zaman geçti üzerinden, o baklavanın tadı hâlâ damağımda.
- Bir de Bayram Gazetesi vardı…
Evet. Gazeteciler Cemiyeti çıkarırdı. Benim için çok önemliydi o gazeteler çünkü evimize giren gazetenin dışındaki yazarların çoğunu Bayram Gazetesi‘nden öğrenmişimdir. Bizim eve Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet gelirdi. Falih Rıfkı Atay Dünya Gazetesi’nde yazıyordu, ben Falih Rıfkı’yı Bayram Gazetesi‘nde tanıdım. Halbuki benim Türkçemde yani bir Türkçem var ise eğer, Falih Rıfkı’nın eserlerinin muhakkak ki büyük katkısı vardır.
- Unutamadığınız bir bayram anınız var mı?
Çocukluğumun bayramlarından birinde ilk defa açık hava sinemasına gittik. Kadıköy’de dedemlerin evi Şifa’daydı onun hemen altında Yoğurtçu Park Sineması vardı. Şimdi hâlâ var olan karakolun bitişiğinde geniş bir bahçeydi. Göksel Arsoy’la Belgin Doruk’un “Bir Yaz Yağmuru” filmini izlemiştim, ilk kez açık havada. 1960’lar falan olması lazım. Tabii hem yaz sineması, hem de ben Türk filmlerine daha o yaştan düşkün olduğum için... Deniz subayı Göksel Arsoy, Belgin Doruk da kent soylu bir kız, ölüyorlar ikisi de… Adamın kasketi kalmış, bir de kızın uzun siyah eldivenleri. Bunca sene geçti, o görüntüden hâlâ kurtulamadım. Bazen yeniden izleyeyim diyorum, sonra o sahneden ürktüğüm için vazgeçiyorum. Gene aynı üzüntüyü verir belki diye… Sonradan ben o filmin Romy Schneider ve Alain Delon’un “Christine” adlı bir filminden uyarlama olduğunu öğrendim.
“Sezen ve benim gibi insanlar ikiye bölünmüştür”
- Aslında her nesil kendi çocukluğunun bayramlarını özlüyor sanki…
Yaşam o kadar değişken bir şey ki her çağda belki de insanlar geçmişteki kendilerini daha mutlu zannediyor. En acı anıları bile sonradan yontup, makasla kesip biçip, kötüleri bile iyileştirdiğimiz, geçmişteki acı zamanla hafiflediği için her şey eskiden daha güzel gibi gelebiliyor.
- Peki, siz geçmişi daha mı çok özlersiniz?
Aslında bana tabii biliyorsunuz sürekli nostaljinin yazarı derler. Tabii ki ben de herkes gibi geçmişi sevgiyle, iyilikle anıyorum ama, asla nostaljik bir insan olduğumu zannetmiyorum. Edebiyatta 40. yılım dolayısıyla İzmir Kitap Fuarı’nda bir sempozyum yapılmıştı. Ahmet Ümit de konuşmacılar arasındaydı. Bütün konuşmacılar hüzünlerin yazarı, nostaljinin yazarı dedi, Ahmet kendisine sıra gelince “Valla ben senelerdir tanıyorum Selim İleri’yi, yer, içer, konuşur, güler, hiç öyle hüzünlerin insanı değildir” dedi. E yalan da söylemedi.
- Sezen Aksu da öyledir. O içimize dert olan onca şeyi bütün hüznüyle yazar şarkılarında ama çok eğlenceli bir kadındır.
Çok yakınımdır Sezen, çok sevdiğim biridir. İşte Sezen gibi, benim gibi insanlar şizofrenik olduğumuzdan dolayı ikiye bölünmüştür. Beyin yarılması…Yazarken başka türlü, hayattayken başka türlü.
- Hayatı çok tadına vara vara yaşadığınızı söyleyebilir misiniz?
Hiçbir zaman kötü şartlarda yaşamadım, bunun Türkiye gibi trajik travmaları olan bir ülkede lüks olduğunu söyleyebilirim. Açlık çekmedim, soğuk bir evde yaşamadım. Hayatta yazar olmak istedim, iyi kötü oldum. 50 yıl bana tahammül ettiler, bunlara da baktığım vakit kendimi şanslı bir insan olarak görüyorum.
Ödemem gereken şeyler olduğuna inanan bir insan oldum. Özellikle okurlarıma karşı sorumluluk hem de müthiş bir görev duygusu içindeyim.
“İnsanın sevilme isteği yaşlandıkça artıyor”
- Bu yıl İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı sizsiniz. Öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Çok sevindim. Belli bir yaşa kadar ödülleri kazanmak bir hırs konusu oldu bende. Sonra pişmanlık duydum bu hırstan. Ama bu sefer bundan çok mutlu oldum. Hiç yalan söylemeyeceğim. O insanların bana bu ödülü verirken beni sevdiklerini görmekten çok büyük sevinç duydum. Demek ki sevilmek istiyorsunuz.
- Hangimiz istemeyiz ki?
Ama yaşlandıkça artıyor.
- Dile kolay, edebiyatta 50. yılınızı geride bıraktınız. Nasıl geçti bu 50 yıl?
Akı da var karası da var, çok üzüldüğüm dönemler de oldu. Ama çok mutluyum ve 50 yılın nasıl geçtiğini anlamadım. Sanki dün Teşvikiye’deki anne baba evindeyim, “Her Gece Bodrum”u yazmaya başlıyorum.
- Peki, ilk basılı kitabınızı elinize aldığınızda ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?
Dünyayı kurtaracağıma, dünyaya eşitlik sever, barışçıl bir dünyaya adım atanlardan biri olduğuma inanmıştım. 50 yıl sonra böyle bir şeyin yazarlıkla olmayacağını anladım.
- Ama yine de çok büyük katkıda bulundunuz biliyorsunuz.
Benim yazdıklarımın değeri vardır yoktur onu ben zaten ölçmemeliyim. Ama Türk edebiyatında unutulmaya yüz tutmuş, yosunlar içinde bırakılmış, üzerine toprak serpilmiş birçok yazarı tekrar üç kişiye de olsa tanıtabildiğim için gurur duyuyorum kendimle.
“Gönül kırmadan, pılıyı pırtıyı toplamak istiyorum”
- Ben sizinle çok röportaj yaptım, ama bu röportajda gözleriniz sık sık doldu, bir hüzün var yüzünüzde.
Acılar, yaşlanmak tesir ediyor, “Yaşlanmak, gözyaşları olmadık hüzünlerde” diyor Necatigil bir mısrasında; işte, yaşlanış öyle bir şey. Ama neşem de azalmış değil.
- Yeni kitap var mı?
Bir değil, iki tane. İlki bir roman: “Beklenen Sevgili Elimde Violetler”. Violet yerine menekşe de diyebilirdim ama o Fransız hayranlığına bir gönderme olarak kullandım, çünkü 1950’lerde geçiyor. Tek taraflı büyük bir aşk hikayesi. Kaybedilmiş bir hayattan sonra yaşlılıkta genç bir kıza duyulan büyük bir aşk var. İkincisi “Kumkuma”. Abdülhak Hamit Tarhan’ın hayatından yola çıkarak yazdığım bir anlatı. Her ikisi de İstanbul Kitap Fuarı‘nda okurlarımla buluşacak.
- Hayalini kurduğunuz, bundan sonrası için olmasını çok istediğiniz bir şey var mı?
Kimseyi kırmadan ölmek. Ömürümün geriye kalanında insanların hepsine iyi olabilmek. Kimseyi üzmeden, gönül kırmadan pılıyı pırtıyı toplamak.