15.08.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:
Tarihe 1000 Canlı Tanık Askerlikten evvel 10 lira verdim, bir kamyon arkasında açık, toz toprak içinde, kalktım geldim İstanbula. Yolculuk üç gün sürdü. Bizim amceler buraya gelmişlerdi önceden. Onların yanına gittim. Amcem beni hemen götürdü, yıkadı, temiz ceket, pantolon aldı. Bizim köyden çıkıp, burada çalışan Mehmet ağa varıdı. Amcemle Mehmet ağanın bekçilik yaptığı İngiliz Vitollerin köşküne gittik. Hoşbeşten sonra, Aa dedi, iyi ki geldin dedi. Ahmet bi İstanbul parası sana nasip olsun, gel şu odunu beraber taşıyalım. Müsyü de ordan gözlüyor, köşkün balkonundan. Peki dedim, odunu taşıdık, 18 lira para aldık, 9 lirasını ben aldım, 9 lirasını da o. İstanbulda kaldım böylece. Köye iki-üç ayda bir postaylan mektup gönderirdik. Telefon melefon yok. Bir de köyü özlüyor diye adın çıktı mı bitti, tamam. Köyü özlüyorsun ama maddiyat da var. Ordan geldim Göztepede Rumların bi çiftliği varıdı, Müsyü Aperginin, aynı zamanda otel de işletiyorlardı. Orada çalıştım. Önceleri çiftlikten otele süt taşıyorduk. Sonra Müsyü Apergi amceme Bu çocuk çalışsın bizim otelde, mutfakta bulaşık filan yıkar dedi. Yeni gelmişim, ne bilirim bulaşık yıkamayı. Bulaşığı bizde kızlar ve gelinler yıkardı. Biz yıkamazdık ki! Neyse, otelde başladık çalışmaya. Apergi Oteli, Moda Burnundaydı. Üç tene otel daha varıdı. Sonra servis falan yaptım. Önceden biz köydeyken, dayımın oğlu da Ankarada Amarikan kulübünde garsonluk yapıyordu. Nasıl oluyo diye merak ederdik. Buraya da geldim işte beyaz ceket, siyah papyon giyiyosun, siyah pantolon temiz geziyosun, a işte köyden bile söylüyolardı, işte Ahmeti gidin orda görün de bakın, şehirli adamı, burda neydi diye. Mesela kızlara fotoğrafı gönderirsin köye, ne bileyim bir zevk oluyordu. Orada söylerlerdi, Filanın oğlu İstanbulda böyle bey gibi yaşantısı var diye. Otele Fenerbahçeliler geliyodu, kamp yapıyodu. Kadıköyde koparatifçiler vardı, bütün İngilizler, Rumlar gider ordan alışveriş yapardı. Telefon ederlerdi, siparişi ısmarlardı, hamallar sırtlarında sepetilen alır gelirlerdi, evlere dökerlerdi. Şimdiki gibi şarküteriler, marketler yok. Mutfakta çalışanların hepisi Rumdu. Artık paranın kokusunu duyduk, günde bir lira alıyorum. Rumlarlan dostluğumuz çok iyiydi. Ama garsonlar kıskanıyodu beni, ben çünkü orda meydancıydım. Müşterinin bavulunu taşırdım. Otele daha çok Macarlar, İtalyanlar geliyordu. Aybaşında maaş alacaz, 30 liraya hiç tenezzül etmiyordum. Bakıyordum ki, cebimde para çok. Müşteriler bahşiş verirlerdi, onlara taksi çağırırdım. Tek bi taksi vardı Modada. Efendim Apergi vefat etti, ondan sonra madam yapamadı, Yunanistana gitti, otel öyle kapandı..." 1929da Sivasın Dündar Köyünde doğar. Okuma-yazmayı askerlik yıllarında öğrenir. 1950de ailedeki pek çok erkek gibi o da taşı toprağı altın İstanbula gelir. 1956de Muhlise Hanım ile evlenir. Dört çocuğu olur. İlk olarak köşk ve otellerde çalışır. 26 yıldır kapıcısı olduğu Marmara Apartmanından 1986da emekliye ayrılır ama yarım asırdır yaşadığı Modadan vazgeçemez. Apartmanın kapıcı dairesinde görüştüğümüz Ahmet Kayanın yaşam anlatımının son bölümünü, değişimini yakından izlediği Moda yıllarına ayırdık... "1950 yılında askere gittim. Askerlik iki sene, Kore Harbi vardı. Evci kağıdı çıkarttım, otelde çalışıyodum ya, gidip geliyodum." Askerlik dönüşü annesi, oğlunu evlendirmeye karar verir ve köylerindeki Selim ağanın kızına talip olur. Bu dönemde başlık parası biriktirmeye başlar: "750 lira başlık verdim. 750 lirayı toplamak kolay değilidi. Otellerde, evlerde çalıştığım için, aldığım maaşı yemiyodum, saklıyodum. Kazandıklarımı bankaya koydum. Bankadan bir mektup geldi daha sonra. Kurada 750 lira para çıktı diye. Oh dedik. O 750 lirayı da aldım, 56nın 12nci ayıydı, köye gittim, 56nın sonunda, 57de, evlendim. Üç ay sonra gene geldim Modaya. O zamanlar Moda bambaşkaydı. Adamlar sayılıyodu. Korku yoğudu. Bahçeler de mis gibi kokuyordu, Moda Burnu, hepisi gül bahçesiydi. Müsyü Edwinin gülleri varıdı, ta İngiltereden getirmişti. İngiliz Kilisesi ve ilerde Fransız Kilisesi varıdı. Modada cami yoğudu. Biz elbirliği ile yaptık, onun da inşaatında çalıştım. Modanın en lüks yerlerini işte, böyle bu ecnebilerlen bizim paşalar almışlar. Süreyya Paşanın bi köşkü varıdı burda, bi kurt köpeği varıdı. Mesela Arif Paşanın bi köşkü var, içine girsen çıkamazsın. Bütün taşları Mısırdan gelmiş, direkleri mermer, altın yaldız, mesela avizeleri, o kesme taşları askerler yapmış hep, sırtıylan daşımışlar. O zamanlar asfalt yoğudu, çakır, çukur taşlar varıdı. Eskiden mesela ne bakkalı varıdı ne çakkal. Bi balıkçı kahvesi varıdı, orda güzel bir adam balık tutardı. Canlı canlı getirirdi, biz burda otele alırdık, müşteriye verirdik. Moda Caddesinden aşağı hep lokantaydı, Rumlar çalıştırıyodu. Pilaj varıdı, iskelenin orda. Kadınların pilajları tahta kapalıydı. Pandeli gazinosu vardı, Rumların. Rumlar Modayı tamamen almıştı ama güzel de yapıyolardı. Bulgarlar vardı burda, kimisi yoğurtçuydu, kimisi süt satıyodu, kimisi tereyağı. Türkler yoğudu burda, azıdı. Rumların insanlıkları çok iyiydi, hayınlıkları yoğudu." Mösyö Edwinin gülleri "Arif Sporelin pansiyonunda çalışıyodum. Bizim şimdiki apartmanın inşaatı başladı. Rica ettim, Ben şuraya kapıcı olarak veya bekçi olarak gireyim dedim. Kışın burda iş olmuyor, otel de kapanıyordu. Girdim, inşaatında çalıştım. Binayı bitirdik, satacaz, 210 bin lira, para yok, kimsede öyle para nerde... Sanayici, tüccar kimin elinde para varsa daireleri tek tek sattık. İnşaata 54te başladık, 59da bitti. 60ta taşınırken ihtilal oldu. Sahibleri Emin beyin de, Zeki beyin de neşesi kaçtı. Menderesleri Yassıadaya götürdüler. Emin ve Zeki bey de ikide bir giderlerdi, Moda Burnundan orayı gözlerlerdi. Mütahitlerin gelmesi, 70, 72, 73ten sonra başladı. Bu dönemde Rumlar, Ermeniler ve Museviler yavaş yavaş gitmeye başladılar. Türkler geldi, satılan evleri onlar aldılar. Mütahitler aldı, kat karşılığı sattılar. O zamana kadar, bahçeli birkaç katlı evler vardı. 70lerden sonra burası böyle, beton yığınağı oldu... İşte bizim bu, Demirel başbakanıkene, sağ olsunlar, bir ilan verdi o zaman ki, 69da, dar gelirli vatandaşlara birkaç kısım yer gösterdi. İstanbulun içinde, evi arsası olmayan vatandaşlar için. Biz de arsayı aldık, zar zor bir ev yaptırdık." Marmara Apartmanı "Modadaki kapıcıların efendim şimdi hepisi bir olmuyor. Bazileri bakıyorsun, sabahleyin bir temizliğini yapar, gider kahveye, adam arar, bulamaz. Bazıları da düzenli şekilde vazifelerini yaparlar, mesela çıkar katlarda çalışırlardı gücü yetenler. Ben mesela, burda 18 dairede, elimi sürmediğim daire yoktur, camlarını da sildim, kapılarını, parkelerini de sildim, cilaladım, yani çok çalıştım. Bizim hanım da yardım etti. Kalorifere de ben bakardım. Onun da kursuna gittim. Mecbur çalışıyorduk, çoluk çocuk oldu, kimsenin elini gözlemesinler istedik. Gezintimiz olurdu. İçki alemi bilmem hiç. Adetimiz değildi. Sonra yapamazdık, apartmanda utanılacak adamlar varıdı, hepsi beyefendiydi. Marmara Apartmanının vazifelisi şöyle yapmış dese, iki saat bırakmazlardı böyle. Sonunda itibarımız oldu. Buradaki bir apartmana birini götürsem, ben götürdüm diye itimat ediyolar. Önce bizim oralardan buraya çalışmaya gelenler oldu, Sivas uşağı. Onlar kendini toparladıktan sonra, Kastamonu uşağı gelmeye başladı. Onlar da ev, arsa aldı; yaşlandılar. Şimdi Tokatlılar, Kütahyalılar, Karslılar, Erzurumlular geliyor, apartmanlarda çalışmaya. Herkese iş bulmasına buldum ama şimdi bizim oğlan arıyor. İşte şimdi de tahsil istiyorlar." 1986 yılında emekli olur ama köyüne dönmez, İstanbulda kalır, yarım asra yakın yaşadığı ve sevdiği Modayı, ne kadar değişirse değişsin bırakamaz. "Emekli olduk ama devam ediyoruz apartmanda. Ne bileyim, düzenler değişmiş, binalar sıkılaştı, insan çoğaldı. 50lerin, 60ların Modası yok şimdi. Eski Modayı çok özlüyorum. Bi yaşındaydı ilk çocuğumuz buraya geldiğinde, diğer üçü burada doğdu ve hepsi İstanbulda büyüdü. Köye dönmeyi çok düşündük. Çocuklar burda tahsilini görmüş iyi kötü. Buradaki çocuğu oraya götürsen, bi hayvan otlatamaz, bi yere git desen korkar gidemez. Ben şimdi mesela bu vaziyetimde gine köye gitsem, köyde fevkalade bu işleri yaparım ama, tek başına olmuyor... Valla biz burda işte senelerimizi verdik, çalıştık, sizlerlen de böyle bir muhabbete girmek bizi çok memnun etti. Ne bileyim bizim aklımıza gelenler bunlar, yaşantılarımızı gördünüz işte. Sizilen bizim oradaki o vadileri bi gezseydik, bambaşka olurdu bu muhabbet ." "Elimi sürmediğim daire yoktur" "Vitollerin işte babasının babasının babası mı, buradan geçerkene, buradan doğuya gidiyolarmış, burda hastalanmış, İstanbulda, sonra da sevmiş burayı kalmaya karar vermiş. Onların köşkünde çalışırken, yaşantılarından çok şey öğrendik. Biz geldiğimiz zaman konuşmasını bilmiyoduk, mesela bir hizmet nasıl olur, bi insanın karşısında nasıl durursun, ne bileyim bir yemek servisini nası yaparsın, yemeği nası yaparsın, bunların hepsini onlardan öğrendim. Rumlardan da çok şey öğrendik. Bilakis evlerde izin günün olmuyor, haftada bir gün eğer izin alırsan, gidip geliyorsun, aşçıdan izin alacan ya da kahyadan. O zaman kahyalar varıdı, bu İngilizlerin. Patronlar aynı askeriye gibiydi. Biz bu patronların yüzünü ya yemekte görerdik ya çay verirdik görerdik. Onlar ta yukarda üçüncü katta otururlardı. Aşağıda bulaşıkhane, daha aşağıda yemekhane bizimdi. Yemeği asansörle gönderirdik. Asansörü elinlen çekersin yukarı çıkar, aşçıbaşı ordan yemekleri kor dolaba, biz ordan çekeriz gır, gır, gır, gır yokarıya. Tabaklar fırında ısınır, havagazlı fırında, öyle sıcak, sıcak koycak yemeğini. Çok şartlı yaşantıları vardı. Evin kahyası Ermeni Müsyü Herakliydi. Bizi hep o yönetirdi. Çarşıya biz getmezdik, çarşıya aşçıbaşı gider. Aşçı akşamdan madamlan gider konuşur, yarın ne alınacaksa karar verirdi." Kaynak kişi önerilerinizi ve maddi desteklerinizi bekliyoruz. Telefon: (0212) 327 86 58 Faks: (0212) 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr Proje danışmanları: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu, Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Görüşmeyi gerçekleştiren: Gülay Kayacan Görüntü kaydı : Tamer Üstel Deşifre / redaksiyon: Sevil Üzrek Yayına hazırlayan: Tuba Çameli Gelecek hafta: Fatma Daşıyıcı Yunan işgalini anlatıyor... Vitollerin köşkü