17.03.2024 - 02:00 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı - Yapılan araştırmalara göre kendi kendine konuşmanın yüksek zekâ belirtisi olduğu ortaya çıktığında çok sevinmiş küçüklüğüme göz kırpmıştım “Hadi, kaldığımız yerden devam,” der gibi. Podbee Media’nın son podcast dizisi “Misafir Odası”ndaki Umay’ı belki bu yüzden çok sevdim. Hayali kitlesiyle konuşan 35 yaşında, beyaz yakalı biri o. Kardeşi Ülgen ve annesi İştar’la mutsuz orta sınıf bir aile olmanın hakkını vermekte kararlılar. Tunç Şahin’in yönetmenliğini yaptığı “Misafir Odası”nda Umay’a, Aslı İnandık hayat veriyor. “Hamiyet” müzikaliyle sahnede olan İnandık ile podcast evrenini ve evimizin kendine has köşesi misafir odasını konuştuk.
“Misafir Odası” dinlediğim üçüncü podcast dizisi. Sizin podcast’lerle aranız nasıl?
Açık söylemek gerekirse çok iyi bir podcast dinleyicisiyim diyemeyeceğim. Hatta podcast dizisi teklifi geldiğinde hiç bilmediğim bir alan olduğu için daha çok ilgimi çekti. Hiç podcast dizisi dinlememiştim ama Fularsız Entellik’in ve Deniz Göktaş’ın sağlam bir fanıyım. İki senedir sabahları çok erken kalkıp yürüyüşler yapıyorum. Podcast’leri yürüyüşte bana eşlik etsin bir de bir şeyler öğreneyim diye dinliyordum. Şimdiye kadar podcast’le ilişkim bilgi amaçlıydı. Hiç hayal edemiyordum ses tasarımı yapılmış, bitmiş halini. Dinledikten sonra o dünyanın içine giriyorsun. Ben de “Bunu izlememiz lazım,” duygusu uyanıyor.
Umay kafasının içinde konuşan bir karakter. “Misafir Odası”nı dinlerken en çok bunun normalleşmesi gerektiğini düşündüğüm. Siz de kafasının içinde konuşanlardan mısınız?
Ben baya konuşurum. Hatta az önce otoparkta arabamı park ettim, aklıma sinir olduğum bir şey geldi ve yolda yürürken “O görecek gününü,” gibi bir şeyler söylüyordum. Yemek yaparken falan da çok konuşurum. Annemle çok dalga geçerdim. Annem “Şükürler olsun,” falan diye otururdu. “Anne neye şükrediyorsun şu an?” derdim. 35 yaşından sonra şunu fark ediyorum “Bunu burada mı bırakmışım?”, “Şunu dolaba kaldırayım da,” gibi baya yaz dizilerindeki gibi kafa sesi vardır ya oralarda gezdiğimi fark ettim. Herhalde yaşlanmanın bir ürünü bu da.
Araştırmalarda kendi kendine konuşmak zekâ belirtisi sonuçlarını gördükçe mutlu oluyorum. Deli değilmişim diye...
Bence gerekiyor. İnsanın kendiyle de konuşacak bir şeyleri var. Hatta kimseyle konuşamadığını kendinle konuşuyorsun. Bazen bir şeyleri sesli söylemek rahatlatıyor. Meditasyon yapıyorum. Meditasyon alışkanlığını çok geliştirdim, içimle de bağlantı kurmaya başladıkça bazen bunları sesli söylemek, bir mantra söylemek, olumlamaları sesli söylemek gibi şeyler de yapıyorum. İnanıyorum da.
Erken kalkmaktan yürüyüşlerden de bahsettiniz... Bu ‘dönüşüm’ yaş almakla mı alakalı?
Evet, galiba. Yaş aldıkça kendinle de barışmaya başlıyorsun. 20’li yaşlardaki kadar kendini dövmüyorsun. Daha iyi şeyleri hak ettiğini, vücuduna daha iyi bakman gerektiğini fark ediyorsun. Son iki senedir bunları da düşünüyorum. Ondan önce hep bir cezalandırma hâli vardı kendimi. Kendimle bitmek bilmeyen bir savaş hâlindeydim. İki üç senedir biraz daha barıştım. Bunların da ürünü olarak yürümeye çalışıyorum, bedenime iyi bakmaya çalıyorum, olumlamalar yapıyorum. Ne kadar işe yarıyor bilmiyorum ama pozitif konuşmaya çalışıyorum.
Volkan Çıkıntıoğlu’nun yazdığı “Misafir Odası” podcast dizisinin oyuncu kadrosunda Aslı İnandık, Güven Murat Akpınar, Derya Alabora ve Serkan Keskin yer alıyor.
TV’ye dönüş üzerine pek çok akademisyen yazıp çiziyor. Herkesin kendi ekranından başını kaldırıp ailenin yeniden bir araya geldiği yer oldu TV. Her ailenin de bir misafir odası vardır. Kapısı açıldığında sanki hep misafirleri bekleyen bir kokusu vardır o odanın. Sizin de şüphesiz vardı...
Ankara’da büyüdüm. Memur ailesiyiz biz de. Pazar akşamları banyolar yapılır “Bizimkiler” izlenirdi. Anne baba tam bir örnekti. Tabii ki problemlerimiz vardı terapide konuş konuş bitiremediğim çok fazla problemim var o ayrı konu. Ama çok huzurlu hatırlıyorum o misafir odasını. Ablamla ben iki kardeşiz. Büyümeden önce ablamla aynı odada kalıyorduk. Sonra büyüyünce misafir odasını bana verdiler.
Son dönemlerde hem sahnede hem TV’de aile odaklı işler görüyoruz. Bunu nasıl yorumlarsınız?
Dört senedir terapiye gidiyorum ve hep dönüp dönüp aileyi kazıyoruz. Çocukluğumuzu kazıyoruz ve orayı kazıdıkça içinden “Böyle olduğu için ben böyleyim demek ki,” gibi şeyler çıkıyor. Bence en büyük sebeplerinden biri bu. Yazarlar, yönetmenler, senaristlerin hepsi de kendini irdeleyen insanlar olduğu için onların da bir terapi süreci olmuştur diye tahmin ediyorum. Ve muhtemelen burada büyük malzeme olduğunu gördüler. Çünkü herkesin ortak problemi. İlk terapiye gittiğimde “Ailen nasıl?” dediklerinde “Çok iyi orayı hiç konuşmayalım. Biz çok sevgi dolu büyüdük,” diyordum. Deştikçe bunu suçlamak için söylemiyorum “Şöyle bir tepki göstermişim onun sebebi terk edilme korkusuymuş,” gibi şeyler çıkıyor altından. TV’de “Kırmızı Oda”larla çocukluğa gidilmeye başlandı. Sebebinin biraz bunlar olduğunu düşünüyorum. Eskiden bunlar tabuydu. Tabu olmaktan çıktı.
Birkaç yıl önceye kadar kadınlara bu kadar gülmüyorduk. Kadın komedyenlerle “barışmamızı” onlara gülmemizi nasıl yorumluyorsunuz?
Çok başarılı kadın komedyenlerimiz var. Gupse Özay’ın yaptığı şeyin çok fazla alıcısı var. Yaptığı komediyi istikrarla yapıyor ve çok başarılı. Bunu görmek de yeni kadın komedyenler için cesaret verici oluyor. Gülse Birsel bir dönemin takip edilip, peşinden gidileni oldu. Benim de idollerimden. Perran Kutmanlar, Adile Naşitler de var. Aslında biz bu fikre yabancı değiliz sadece kadınlar daha cesur olmaya, kendini göstermeye başladılar. Yapımcılar buna cesaret etmeye başladı. Ama hâlâ erkeklerin kadınlara gülmesinde bir direnç var gibi hissediyorum.
“İstanbul beni yutuyor gibi hissediyordum”
Ankara çok korunaklı görünüyor. O korunaklı alandan İstanbul gibi bir kaosa yolculuk nasıldı?
Çok zordu. 2013’te İstanbul’a geldim. Ankara’dan sonra burası ilk geldiğimde beni yutuyor gibi hissediyordum. Ankara memur şehridir, sıkıcı gelebilir birilerine ama Ankara’da bir telefonumla “Gel beni al,” dediğimde gelip beni alacak bir sürü insan vardı. Orada her şey daha kolektiftir. Buraya geldiğim zaman anladım ki tek başımayım ve bir denge tutturmam gerek. Kendimi soyutlamamam gerekiyor ama Ankaralıyım ve sürekli bir ayıp olur çalmıyım kapısını, yanlış anlamasın diyerek kendimi baltaladığım bir beş seneyle uğraştım. Sonra daha girişken olmayı öğrendim. Bu sefer de kırılmaya başladım. Onunla baş edemedim. Son iki senedir kendimi istemediğim işlerin içine sokmamaya, bana zarar verecek bir set ortamı varsa kendimi soyutlayarak önlemler alıyorum.
“Gizemli olma furyası var”
Yapılan bir araştırma geçtiğimiz yıl en çok silinen uygulamanın Instagram olduğunu ortaya koydu. Uzmanlar sosyal medya kullanımı konusunda da ana akıştan hikâye paylaşımına yöneldiğimizi de söylüyor. Siz nasıl bir sosyal medya kullanıcısısınız?
Valla ben acayip açıktım. Yaptığım her şeyi paylaşırdım. Nasıl göründüğümü hiç umursamıyordum, ne yaptığımı, nereye gittiğimi, her şeyimi paylaşan bir insan olarak bana da bir bıkkınlık geldi açıkçası. Biraz depresif bir üç sene geçirdim. Babamı kaybettim. Bir yas sürecim oldu. O süreçte biraz uzaklaştım komedi içeriği üretmekten de görünür olmaktan da. Bu yüzden ben biraz kapandım açıkçası o süreçte ve hâlâ da açılamıyorum. Tabii ki işlerimin duyurusu için paylaşım yapıyorum ama inan içimden giyinip süslenip bir yere çıkayım, içerik üreteyim gelmiyor. Bir gün gelirse ona da engel olmam. Çünkü ben burada var oldum. En eski kullanıcılardanım. Tekrar dönerim ama şu an gizemli olmak furyası da var bence onu da görüyorum. Çok gösterme, çok şovenizm kısımlarını aşırı yaşadığımız için şimdi kabuğumuza çekilelim, arkadaşlarımızla evde bir şey yapalım noktasına gelindi.