20.10.2024 - 02:00 | Son Güncellenme:
SEYHAN AKINCI
SEYHAN AKINCI- “Her şeyde bir çatlak vardır ve ışık içeriye böyle girer” diye mırıldanır Leonard Cohen “Anthem” adlı şarkısında. Ece Dizdar hayatında o çatlağı bulmayı başarmış ve bugünlerde ışığı yayanlardan biri olarak karşımızda. Yazıp yönettiği ilk kısa filmi “Mükemmel” ile Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan Dizdar, filmiyle ekim sonunda Portekiz’de Olhares do Mediterráneo - Kadın Filmleri Festivali’nde yarışacak. Diğer yandan “Benim için bir hediye” diye tanımladığı “1923” müzikaliyle sahnede. Müzikse yeniden çalıştırmaya başladığı kası. Bugüne kadar 25 farklı şehirde yaşamış, anne ve babasını Gölcük depreminde kaybetmiş, Oyuncular Sendikası Kadın Birimi’nde kadın hakları için mücadele eden oyuncu, yönetmen, çevirmen Ece Dizdar’la nihayet bağlandığı İstanbul’da bir araya geldik ve mükemmel olmamayla barışmasını konuştuk.
”Mükemmel” ile sahnenin diğer tarafındasınız. Hikâyeye, ışığa, oyunculara karşıdan bakma deneyimini konuşarak başlayalım istiyorum.
Üniversite yıllarımdan beri kısa filme çok düşkünüm. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Radyo TV Sinema okumuştum konservatuvardan önce ve okulda da kısa film deneyimim olmuştu. Üniversite yıllarım boyunca sürekli kısa film festivallerini takip ederdim. Son 10 yılda da birçok kısa film festivalinde jürilik yaptım. Kısa film hayatımda çok uzun yıllardır olan ve çok içselleştirdiğim bir mecra. “Mükemmel”de senaryo odaklı yola çıktım, yönetip yönetmeyeceğimle ilgili emin değildim. Süreç bizi buraya getirdi. Bugüne kadar edindiğim sinema bilgim doğrultusunda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Tabii ki en kolay kısmı oyuncu yönetimi oldu. Oyuncularımın üçü de şahaneydi. Çok iyi çalışan bir ekip de teknik anlamda çok destek oldu. Senaryoda da Gülengül Altıntaş’ın senaryo doktorluğunu aldım.
Filmde lohusa döneminde olan ve kendi bebeğiyle sete bir çıkan bir oyuncuyla çalıştınız...
Özlem Öçalmaz inanılmaz yetenekli bulduğum bir oyuncuydu. Hamileyken “Gebe” adlı bir oyun yapmıştı. Hamileyken sahnedeydi, doğurur doğurmaz da “Mükemmel”de oynadı. Bu anlamda çok hayranım ona. Özlem lohusaydı, kendi bebeğiydi ve o yüzden kolay olmayan bir setti. Karşılıklı sabrımız ve bu işi yapma isteğimiz bizi bu günlere getirdi.
Antalya’dan ödülle dönmek Portekiz’e daha özgüvenli götürüyor mu?
“Altın Portakal aldım burada da ödül alırım,” gibi bir özgüvenle gitmiyorum. “Ne kadar şahane bir şey bu kadar yabancı filmin arasında benim filmim de yarışıyor,” diye gidiyorum. Ve çok heyecanlıyım. Bir şey oynadığımda ya da bir tiyatro oyunum çıkmak üzereyken heyecanla beraber hep bir kaygı duyarım. İçinde biraz negatif bir heyecan da olur. “Mükemmel” ile ilgili ise hiç yok. O yüzden heyecan ve mutluluktan başka bir şey duymuyorum.
Bahsettiğiniz negatif heyecanı nasıl yönetiyorsunuz?
Bol bol terapi alarak. Çok köklü dostluklarım var, uzun yıllardır devam eden. Onlarla konuşarak ve beni çok sevenlerin gözünden kendime bakmaya çalışarak. İçimdeki o kaygılı çocuğa annelik yaparak açıkçası.
Etkilendiğiniz metinleri sahneleyebilmek için o metinleri çeviriyorsunuz. Şu aralar çevirme tutkusu duyduğunuz hikâyeler var mı?
Son yıllarda tiyatro metni olarak İskoçya’ya kafayı takmış durumdayım. DOT’ta oynadığım yıllardan beri İskoçya’nın yeni yazarlarına büyük ilgim var. Bana çok hitap ediyor. 14 çevirim var ama açıkçası oturup sürekli çeviri yapacak vaktim yok. Sahnelenecekse bir şey çevirmek istiyorum. Yaş aldıkça daha çok çeviri yapmaya başlayacağım gibi görünüyor.
Yaş almak demişken, 40’larına gelen kadınların özellikle iş hayatında farklı şeylerle de karşılaşmaya başladığı bir dönem. Siz nasıl deneyimliyorsunuz bu süreci?
Daha çok kendi işlerimi üreterek, daha çok yapımcılık yaparak, daha çok yazarak… Bir öyküm yayımlandı. Müzikallerde oynamaya başladım. Müzik çalışıyorum. Kısa filmim oldu. Aslında “Yanlış da yapabilirim” artık özgüveni geldi. Bir şeyin en iyisi olmayacaksam hiç yapmayayım fikri yerini şu olgunluğa bıraktı; ben bu hikâyeyi anlatmak istiyorum, birilerine ulaşacaktır mutlaka. Daha çok şeyi deneyemeye cesaretim var artık ve hata yapma hakkını kendime verdiğim bir dönemdeyim.
Yakın zamanda denemek istediğiniz şeyler var mı?
Bu kısa film öyle bir şeydi benim için. Çok fazla müzik çalışıyorum. Tekrar piyanonun başına geçip deneyeme başladım. Ses dersleri alıyorum. “1923” müzikalinde oynuyorum. O müzikalle beraber sesimi kullanarak kendimi ne kadar özgür hissettiğimi, bunun bana ne kadar iyi geldiğini keşfettim. Temelde kendime iyi gelen şeyleri yapmaya çalışıyorum.
“Pısan ve köşesine sinen biri olmayı reddediyordum”
”1923” müzikali bir Cumhuriyet anlatısı. Cumhuriyet ise hepimize yapmak istediklerimizi yapabilmek konusunda kapıyı aralayan en önemli kavram, yol...
“1923” müzikali son yıllarda başıma gelen en iyi şey. 105 kişinin sahnede aynı anda var olduğu bir işin içinde olmaktan çok mutluyum. Dansçılar, orkestra, çocuk oyuncular, 7’den 70’e hep beraber bir Cumhuriyet hikâyesi anlatıyoruz. İçinde olmak beni çok mutlu ediyor. 2 bin 500 kişinin önünde solo şarkı söylemek benim için nefes kesici bir şey. Sahnedeki özgüvenimi çok yükseltti. Eğer Cumhuriyet olmasaydı ben ne o sahneye çıkıp o şarkıyı söyleyen o kadın olabilirdim, ne bu kısa filmi çeken ve bu hikâyeyi anlatan kadın olabilirdim. O yüzden bu müzikal benim için bir hediye gibi.
*Depremler hepimizin içinde kırılma yaratıyor. Sizde yarattığı kırılmaysa tarifsiz... O kırılmadan neler öğrendiniz?
Karakterimden kaynaklanan iki avantajım var; biraz inatçı ve hırslıyım. Pısan ve köşesine sinen biri olmayı reddediyordum. Melankolik biriyim ama hayatımı yaşayış biçimimde bunu dışarıdan göremezsiniz. Onu iç dünyama saklarım ve çalışmaya devam ederim. İkincisi de çok pozitivist biriyim. Olaylarla savaşırken olayın iyi tarafını görürüm. Büyük bir kadın hareketinin içindeyim sendikada ama olmayanı değil olanı görerek ilerliyorum. Nasıl böyle oldu bilmiyorum ama ben işin kurban kısmını çok uzun süre yaşamadım.
“O sancılı kızı seviyor ve takdir ediyorum”
İngiltere’de bir ilaç firması için kobay olmak üzere form doldururken bir seslendirme şirketinden gelen telefon hayatınızı değiştiriyor. Altın Portakal’ı elinde tutan Ece muhtemelen o formu doldurmak üzere olan Ece’yi anımsamıştır...
Çok parasız olduğum yıllar geçirdim Londra’da. Zaten burslu gitmiştim. Okul bittiği andan itibaren de parasız kaldım tabii ki. Ve çok klişe, yapmadığım iş kalmadı. Bir dönem çaresizliğe düştüğüm küçük bir an yaşamıştım. Orada bir ilaç firmasına başvurdum kobay olmak üzere. O gün tam onu yapacakken bir telefon geldi ve seslendirme ve dublaj kariyerim başladı. Sanki evren beni kaçamayacağım bir köşeye sıkıştırıp, en sıkıştığım noktada bana yeni bir kapı açtı. Bunu yaşadığımda 23 yaşındaydım. Üzerinden 20 yıl geçmiş ve şu an sizinle röportaj yapan bu kişiyim. Bunun altında şüphesiz çok büyük bir emek, sabır ve dirayet var. Şans da var. Koruyucu meleklerim de var. Dostlarım, arkadaşlarım da. Ben sadece o sancılı kızı seviyorum ve onu takdir ediyorum. Gitgide daha çok hem de… Ve teşekkür ediyorum ona, bana bugünün cesaretini verdiği için.
“Hayatımı askeri şuraya göre düzenledim”
Sizin için en özel olan adresler hangileri?
Kesinlikle Belçika. Ortaokulu okudum orada. NATO’da yaşıyorduk ve hayatıma çok büyük bir vizyon kattı. NATO’da o zaman 16 ülke vardı, 16 farklı ülkeden çocuklarla üç yıl boyunca okula gitmek, orada müzikal okumak… Bir de Karadeniz Ereğli’yi söyleyebilirim. Karadeniz Ereğli Denizaltı Üssü’nde altı yıl yaşadık. En uzun yaşadığım yerdi ve çam ağaçlarının arasında bir çocukluk geçirdim. Okula zodyak botla gidiyordum. O çok özeldi. İlkokul dördü Pakistan’dan okudum. Urduca öğrendim orada. Kendimi 18 ayrı hayat yaşamış gibi hissediyorum. Hindistan’da çok vakit geçirdim. İyileşme hikâyemin bir parçasıdır. Her yerden arkadaşım duruyor bir de. Ağustostaki askeri şurayla değişiyordu bizim hayatımız. Şura yaklaşırken “Neyse arkadaş olmayayım nasıl olsa gideceğiz,” derdim. Hayatımı şuraya göre düzenledim senelerce.
“Ömrüm boyunca 25 şehirde yaşadım”
Film vesilesiyle çok fazla seyahat edeceksiniz ama seyahat zaten tutkularınızdan bir tanesi...
Bir yerde durmam ve köklenmem gereken bir zamandayım. Hem özel hayatımda ilk defa köklendiğim hem de iş hayatımda da ilk defa bir şehre bağlandığım bir dönemimdeyim. Bu da seyahati bir tık azaltıyor. Şimdi artık uzak seyahatler yapmak istiyorum. Planlayıp senede bir iki defa, örneğin Arjantin’e, Küba’ya gitmek istiyorum. O yüzden bundan sonraki seyahatlerim daha uzağa daha uzun süreli ve daha orayı yaşamaya yönelik olacak.
Kök de sizinle ilişkili kelimelerden bir tanesi. Nasıl hissettiriyor köklenmek?
Düşünün ki ömrüm boyunca 25 şehirde yaşadım. Kiminde üç ay, kiminde altı ay. Babam deniz subayı ve NATO görevlisi olduğu için ailemle olan hayatımda da sonrasında da çok taşındım. Bir yere gitmeye ve alışmaya da çok esneğim. İstanbul doğumlu olmama rağmen son altı-yedi yılda gerçekten kendimi İstanbullu hissediyorum. Bu köklenmeye biraz ihtiyacım vardı. Bence durmak ve köklenmek yaratıcılığı artırıyor sanılanın aksine.