14.05.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
SEYİR DEFTERİ Efsaneye göre tanrılar yeryüzünü paylaşırken, dünyanın çevresinde günlük dönüşünü tamamlayan güneş tanrısı Helios'u unutmuşlar. Bu haksızlığı içine sindiremeyen Zeus elini uzatıp Ege Denizi'nden bir kara parçası çıkarmış ve Helios'a bağışlamış. Helios'un, bir su perisine dönüştükten sonra Rodos adını alan bu güzel adadan yedi erkek ve bir kız çocuğu olmuş. Erkek çocuklardan birinin de üç oğlu. Helios'un torunları aralarında paylaşmışlar adayı ve güneşin en güzel battığı yer olan Rodos'ta bugün de görebileceğiniz Kamiros, Ialysos ve denize bakan bir tepenin yamacındaki Akropolis'i, Sen-Jan Şövalyeleri döneminden kalma kalesiyle insanı ilk bakışta büyüleyen Lindos kentlerini kurmuşlar. Ege Denizi'nin güneydoğu ucunda, Anadolu kıyılarından yalnızca 15 mil açıktaki Rodos, Oniki Adalar'ın (Dodekanez) en büyüğü, Yunanistan'ın ise Girit, Eğriboz ve Midilli'den sonra dördüncü büyük adasıdır. Dünyanın en güzel günbatımlarını seyretmek için gitmedim Rodos'a. Kemal Nuraydın'la birlikte Marmaris'ten yola çıktığımızda Cem Sultan'ın yüzyıllar önce yine böyle sıcak bir temmuz günü, ne var ki bizim gibi hızlı deniz otobüsüyle değil Rodos şövalyeleri komutanı, Büyük Efendi Pierre d'Aubusson'un gönderdiği kalyonla bir daha dönmemek üzere ülkesini terk etmek zorunda kaldığını düşünüyordum.Fatih'in talihsiz şehzadesini sürgüne götüren Grande Nef du Tresor adlı kalyonun menzili de Rodos'tu. Ve biz adaya 1482 Temmuz'unda ayak basan Cem Sultan'ın izini sürmek, onun bu kıyıdan başlayan acıklı serüvenini bir bakıma okurlara yeniden yaşatmak, İtalya'da Borjiaların elinden içtiği zehirle noktalanan trajik alınyazısını onlara anlatmak üzere çıkmıştık yola. Bu güzergahta ilk uğrağımız, taht mücadelesinde yenik düşen Cem'in sığındığı, Sen-Jan Şövalyeleri'nin yönetimindeki Rodos'tu. Sıcak bir günde terk etti İstanbul fatihi II. Mehmed 1481 Mayıs'ında öldüğünde iki şehzadesi vardı: Büyüğü Bayezid Amasya, küçüğü Cem Konya valisiydi. Padişahın beklenmedik ölümü karşısında paniğe kapılan sadrazam Karamani Mehmed Paşa her iki şehzadeye de ulak gönderdi. Ece Ayhan'ın dizelerindeki gibi: "Üç oğlu vardır; en küçüğü Cem, Bayezid en sarı. / Haberler salınır tahta ulaşamayana vay!"İstanbul'a önce kim ulaşırsa tahta o çıkacak, Fatih'in koyduğu yasa uyarınca, "devletin bekası için" kardeşini katledecekti. Peki Fatih'in üç oğlu olduğunu söyleyen şair neden yalnızca ikisinin adını anıyordu? Çünkü en büyük Şehzade Mustafa yıllar önce hamamda fenalaşıp ölmüş ya da öldürülmüştü.Onun katlini, "Boğazkesen"de Mustafa'yı Sadrazam Mahmut Paşa'nın adamı dilsize nasıl öldürttüğümü, acı haber İstanbul'a ulaştığında koskoca Fatih'in eski Türk geleneklerine göre nasıl ağıt yakıp dövündüğünü bu olaya bizzat tanık olmuşum gibi yazdığımı anımsıyordum. Oysa Halil İnalcık'ın yalancısıydım. Tarihçiler yalan söyler mi hiç? Elbette söylemez. Zaten çok geçmemişti aradan, hepi topu 500 yıl. Bu kez Mustafa'nın değil en küçük şehzade Cem'in peşine düşmüştüm işte.Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa, Cem Sultan'a gönderilen ulağı yakalatıp öldürttü. Böylece daha uzakta olmasına rağmen Bayezid İstanbul'a gelerek tahta çıktı. Ne var ki Cem ağabeyinin padişahlığını tanımadı. Onun, babaları Fatih şehzadeyken, kendisinin ise padişah olduktan sonra doğduğunu, dolayısıyla tahtın kendi hakkı olduğunu iddia ediyordu.Cem bir ordu toplayıp Bursa'ya geldi, adına hutbe okuttu; Bayezid, kardeşinin üzerine yürüyüp onun ordusunu Yenişehir'de bozguna uğratınca kaçmak zorunda kaldı. Önce Memluk Sultanı Kayıtbay'a sığındı, ondan yeterli güvenceyi alamayınca, babası zamanında barış müzakerelerini sürdürdüğü için yakından tanıdığı Sen-Jan Şövalyaleri ile ilişkiye geçti ve onlardan sığınma isteğinde bulundu. Böylece 13 yıl sürecek ve 35'inde ölümle sonuçlanacak sürgün hayatı da başlamış oldu. En küçük şehzade Cem, Bayezid'e göre daha ileri görüşlü, yeniliğe açık, bilgili, aynı zamanda hırslı bir şehzadeydi. Kayıtbay'ın konuğuyken hac görevini yerine getirmek için gittiği Mekke'de yazdığı bir gazelde "Sultanlık olmazise dervişlik de hoştur" diyordu ama saltanat tutkusuyla yanıp tutuşuyor, tahta geçebilmek için ağabeyine imparatorluk topraklarını paylaşmayı bile öneriyordu. Aşırı duyarlı ve şairdi. Bu bağlamda onu hem Avrupa'ya giden ilk Osmanlı hem de sürgünde ölen ilk Türk şairi olarak nitelendirebiliriz.Rodos karşıdan göründüğünde dikkatimi çeken ilk şey kentin surları oldu. Ulu okaliptüs ve çınar ağaçlarıyla palmiyeler arasından yükselen Büyük Efendi'nin sarayı bir Rönesans şatosundan çok, yüksek duvarları, kuleleri, mazgal delikleri ve burçlarıyla ele geçirilemez bir kaleyi andırıyordu. Sarayın iki yanından başlayan surlar hem kara hem deniz tarafından eski kenti çepeçevre kuşatıyordu.Rodos lekesiz, pırıl pırıl göğün altında, Akdeniz güneşinin kızdırdığı çatıları, çan kuleleri, kubbeleri ve minareleriyle bu coğrafyada yeşeren iki büyük uygarlığın, Hıristiyan ve Müslüman dünyanın alaşımından doğan bir simge, sıcakta dalga dalga yayılan beyaz bir meduza gibiydi. Kolayca etkiliyordu insanı.Kemerli kapıları, surları birbirine bağlayan yuvarlak kuleleri, hendeklerinde sergilenen topları ve her biri değirmen taşı büyüklüğündeki gülleleriyle uzun kuşatmaları, bitmek bilmeyen savaşları, kan ve ateş günlerini çağrıştırıyordu. Taş yapıların sıralandığı dar sokakların, iç avluların gizemine, bu yörede pek sık rastlanmayan gotik mimarinin büyüsüne kapılıyordunuz. İnsanı kolayca etkiliyor Biri dişi öteki erkek, bronzdan iki geyik heykelinin arasından geçilerek girilen eski liman Mandraki'yi geride bırakıp yeldeğirmenleri boyunca ilerliyoruz. 15'inci yüzyıldan bu yana kentin iki limanını da koruyan, Osmanlı donanmasına iki kez direnmiş Aziz Nicolas kulesi de ardımızda kalıyor. Derken, dev yolcu gemilerinin demirlediği ticaret limanına yanaşıyoruz.Sen-Jan tarikatını kuran Kudüs şövalyelerinin armaları ve kucağında çocuk İsa'yı tutan Meryem Ana ile Vaftizci Yahya ve Aziz Pavlos'un kabartmalarıyla süslü, iki yanı yüksek kulelerle çevrili deniz kapısından girdiğimizde, 500 yıl önce Sultan Cem'in de, maiyetiyle birlikte bu kapıdan girdiğini, heybetli atının üzerinde Malta taşı döşeli dar sokakları geçip Sen Sebastiyen Kilisesi'nin önünde Büyük Efendi Pierre d'Aubusson tarafından görkemli bir törenle karşılandığını, büyük alanı dolduran kalabalığın Rum, Latin ve Yahudilerden oluşan Rodos halkının meraklı bakışları altında konuk edileceği eve doğru ilerlediğini hayal ediyorum.O dönemin doğrudan tanığı, Osmanlılar tarafından ilk kez 1481'de kuşatılan ama ele geçirilemeyen Rodos'un ünlü simalarından Caoursin, yakından gördüğü Cem Sultan'ın "uzun boylu, sağlam yapılı" olduğunu, hafif şaşı baktığını, babası Fatih Sultan Mehmed'inkine benzeyen "şahin ve iri burnunun sola doğru eğrildiğini, seyrek, kumral sakalını kısa kestiğini, çok zarif elbiseler giyip her zaman kederli ve düşünceli" göründüğünü yazıyor. Hayal ediyorum