10.03.2019 - 08:15 | Son Güncellenme:
BUKET AYDIN
Bu hafta Ali Atay’la yeni filmi “Türk İşi Dondurma” için bir araya geldik. Atay aslında “Leyla İle Mecnun”la girdi hayatımıza; çok sevildi. Magazinde yer almasına alışkın değiliz ancak son günlerde adını normalden biraz daha fazla duyduk. Aşka inancımızı tazeleyen, hepimizin içini ısıtan naiflikte bir düğünle kendisi gibi oyuncu olan Hazal Kaya ile evlendi. Bu arada Atay sadece oyuncu değil yönetmen, müzisyen, söz de yazıyor beste de yapıyor. Yani adeta on parmağında on marifet dediklerimizden... Ama en önemlisi iyi bir insan. En azından iyilik için çabası var; “Bu filmde de vicdanı sorguladım” diyor. “Canlandırdığım karakter çok iyi biri; biz bu iyiliği anlayamayız ben de rolün üstesinden mizahla geldim” diyecek kadar doğal. Ki bence bu kadar sevilmesinin sırrı da içinden geldiği gibi konuşması ve inandığı işlerde yer alması. İşte Ali Atay’la yeni filminden evliliğine, iyilik kavramından sinemanın geleceğine dair her şeyi konuştuğumuz keyifli bir pazar söyleşisi...
- Sizi “Leyla İle Mecnun”la tanıdık ve o zamandan beri de çok seviliyorsunuz. Genelde ünlülerin her zaman eleştirilecek bir yanı bulunur ama sizde bu olmadı. Neden bu kadar çok seviliyorsunuz?
Tamamen içgüdüsel davranıyorum, bir şeyi planlayarak yapmıyorum, bir şeyle ilgili tepki vermem gerekiyorsa veriyorum. Bir şeyi seviyorsam sevdiğimi belli ediyorum, sevmiyorsam sevmediğimi de belli ediyorum. İç huzurumla hareket ediyorum. Çünkü bu işler, göz önünde olma meseleleri biraz zordur. Onun için insanlar şöyle bir yanılgıya düşüyorlar, insanların istediği gibi davranmalıyım, orada işte bence sıkıntı başlıyor. İnsan her durumda geldiği yeri, arzuladığı şeyi, yapmak istediklerini bir kenara bırakmadan hareket etmeli diye düşünüyorum.
- Film gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanmış bir kahramanlık öyküsü değil mi?
Tam olarak gerçek diyemeyiz bu hikayeye ama böyle bir şey yaşanmış. Onun için tarihi bir takım gerçeklik kısmı var. Benim baktığım bazı kaynaklarda şöyle diyor: Osmanlı’nın Hindistan’a yolladığı ordunun bir kısmı esir düşüyor, kaçanlar da Avustralya kıtasına kaçıyorlar ve orada kalıyorlar. Bir göçmen hikayesi değil yani benim okuduğum kaynaklara göre. Savaş olduğunu öğrenince memlekete dönmek için yollar arıyorlar ama dönemiyorlar. İzin çıkmıyor “Bize karşı silah mı sıkacaksınız” gerekçesiyle yollanmıyorlar ülkeden. Bunlar da asker nakliyatını durdurma yolları arıyorlar ve bulundukları yerden destek oluyorlar savaşa.
- Gerçekten yaşamış birini canlandırmak size nasıl hissettirdi?
“Memlekette insanlar ölüyor, elimiz silah tutuyor ve biz burada onlara destek vermiyorsak bizim için yaşamanın ne anlamı var, çocuklarımıza ne anlatacağız?” diyorlar. Memleket yangın yeri ve beklememek, bunun vicdan azabıyla hayatlarını devam ettirmemek için gitmek istiyorlar. Gidecekleri yer de savaş anlatabiliyor muyum, köyüne gidip, inekleriyle, atlarıyla oynamayacak yani. Biz oynarken bunun sıkıntısını çok yaşadık; “Bu adamlarla nasıl empati kuracağız?” diye. Yaşadığımız çağda bu kadar yüksek, temiz karakterli insan çok yok, olanlar da bize Allah’ın hediyesi gibi geliyor. İyilik artık o kadar kutsal bir şeye dönüştü ki ülkemizde, dünyada… Yaşlı bir kadıncağız bir kediye su içirdiği zaman gözlerim doluyor. Buraya nasıl geldik biz 100 senede? 100 sene önce adam kalkıp, ülkesine savaşmaya gitmek için çırpınırken bir kediye su verildiği için gözlerim doluyor mesela. Çok anormal bir şey olmaya başladı iyilik. Ve oynarken onlar için çok normal bir şeyi biz nasıl normalleştirebiliriz endişesi yaşadık…
- Bu endişeden nasıl sıyrıldınız?
Bunun içinden mizahla çıktık. Biz onlarla empati kuramayız. Biz o kadar iyi insanlar değiliz, olamayız. O kadar tertemiz, vicdanları için ölmeyi göze alabilecek insanlar olamayız. Onlara yaklaşmanın en kolay yolu mizah… Mizah benim için hayatım boyunca her alanda bir tampon görevi görüyor. Bütün acıların içinde bir mizahi taraf vardır. Onu bulabilirsen eğer, çok iyi harmanlayabilirsin fikrindeyim.
- Filmin fragmanlarında da dramdan çok mizah var aslında…
Bu film komik bir film... Ben izlerken birçok yerinde kahkahalarla güldüm, o kadar tatlılar ki; hayatlarına savaş denen saçmalık değmese, neşeli insanlar. Filmin sonunda inanılmaz bir an var. Bence o sahne klasik bir sahne olacak. Savaşırken dahi, ölmeye bir gün kala yani bir andan dolayı sinirleri boşalıp, gülebiliyorlar. Ve biz onlar gülerken ne yapacağımızı şaşırıyoruz seyirci olarak. Ben o sahneyi oynamış olmama rağmen izlerken ne tepki vereceğimi şaşırdım. Ve işte asıl hikaye orada başlayacak. Kahkaha atarken bir anda kahkaha suratımızda donacak.
- Hikayede kalbinizi en çok ne fethetti?
Çok zor bir iş olduğu için çok etkiledi. İçine girdiğim zaman bununla nasıl baş ederim hevesi vardı bende. Bir de çok uzak bir yerden hikayeyi içime çekmek ilgimi. Bu filmde bizim asıl hikayemiz; “Vicdanı ne kadar zaman önce nerelere bıraktık, vicdan denen şey nedir?” Ben bu filme çalışırken hep bunu sorguladım: “Vicdan denen şey ne tam olarak?”
“Sinemayı salonlarda tutamaya çalışıyoruz”
- Ne oldu da iyiliği kaybettik?
Bu bir geçiş dönemi sorgulanabilecek bir şey değil. Bence biz teknolojinin desteğiyle başka bir çağa giriyoruz. Teknolojinin belki de öyle hızlı, öyle şiddetli bir akışı var ki sağda solda ne varsa deviriyor. İnsanın elinde ne varsa onları yok ediyor. Korumak istediğimiz şeylerin sayısı gün geçtikçe artıyor; sinema bunlardan biri. Sinemayı salonlarda tutamaya çalışıyoruz. 10 sene önce müzikleri disklerde, ondan 10 sene önce kasetlerde, ondan 10 sene önce plaklarda tutmaya çalışıyorduk beceremedik. Bu böyle akıp gidecek. Burada yara almayacak tek şey var; insan. İnsanla yapılan şey yani doğal olarak tiyatro yaralanmayacak. Müzik yaralanmayacak. Ama dijital ve prodüksiyonel anlamda bu işler tabii ki yara alacak, şekil değiştirecek.
- Sinema filmlerinin dijital platformlara girmesi hakkındaki düşüncenizi de merak ediyorum.
Muhafaza etmeyi hiç beceremiyoruz ülkece. Muhafazakâr bir ülke olamıyoruz. Sinemanın romantik salon anlayışını muhafaza etmek güzel bir şey ama bu süreci de takip etmek, anlamak gerekiyor.
“Sette kral oyuncudur”
- Yönetmenlik yapıyorsunuz, söz yazıyorsunuz, şarkı söylüyorsunuz, enstrüman çalıyorsunuz. Mesela “Star Is Born”da Bradley Cooper’ın yaptığı gibi bütün yeteneklerinizi bir arada kullanacağınız bir projeniz olacak mı?
Çok isterim böyle bir şey düşünmüyor da değilim. Yapılabilir, böyle bir projenin içinde yazar olarak, şarkıları yazan biri olarak, çeken ya da oynayan biri olarak da her türlü dahil olabilirim.
- Sanırım yönettiğiniz filmlerde de oynamıyorsunuz. Neden?
Onu beceremiyorum. Asla özel bir durum değil. İlk filmimde “Limonata”da denedim. O kadar kötü oynamışım ki. Yapamıyorum. Çünkü odak başka bir yerde… Bir de demin bahsettiğimiz vicdan hikâyesi var ya onu kollamaya çalışıyorum bir yandan. Tarafsız olamayabilirim. Montaja da giriyorum çünkü. Dört oyuncunun olduğu yerde ben de varsam ve montajın yönetimini ben yapmışsam eğer, ister istemez kendi iyi oynadığım sahneyi alabilirim. Çünkü insanım. O egoları bastırabilecek kadar iyi bir insan değilim. Bu işe ilk başladığımda oyuncu arkadaşlarım “Oyuncu var, oyunculuktan, oyuncu yönetimden anlayan yönetmen lazım bize” dediler. Benim sete çıkarken bütün ekiple konuştuğum tek şey şu; sette kral oyuncudur. Onları mutlu etmek zorundayız. Pamuklara saracağız onları, çok iyi hissetmeleri lazım. Ben oyuncu olarak bunu dile getiremiyorum, kapris gibi algılanacak diye ama doğrusu budur. Sette oyuncu el üstünde taşınmalıdır.
“Evlenince somut bir aidiyet hissi geldi”
- Hazal Kaya’yla evlendiniz 2019’un başında. Maşallah diyeyim öncelikle, gerçekten çok yakışıyorsunuz. Düğününüz herkesin çok hoşuna gitti. Başta anlattığınız o saflık, masumiyet sizde var bence. Evlilik nasıl gidiyor peki?
Birlikteydik zaten ve evlenince bayağı somut olarak bir aidiyet hissi geldi ve bu inanılmaz bir şey. Yani çocuk sahibi olmak gibi evlenmek... Bilmiyorum o duyguyu ama tahmin edebiliyorum. Ait olma hissi. Kendini teslim edebilme hissi, güven paket olarak geliyor bütün bu güzel duygularla birlikte ve gerçekten isteyerek yapıyorsan bu işi, isteyerek birleştiriyorsan hayatını bu çok tanımsız, karşılıksız bir şeye dönüşüyor o anda. Gerçekten şunu biliyorsun; çok zordayken mesela “Biz bu işi hallederiz” mevzusu var ya, bu bence paha biçilemez bir şey. Buna gerçekten inanıyorsan oradan ömrün boyunca uzaklaşmamalısın bence. Şu anda durum bu, biz bu anlamda çok mutluyuz, güzel şeyler hissediyoruz. Ama işte hayat ne gösterir bununla ilgili asla kesin konuşmamak gerekir. Ben anla ilgileniyorum hep. Yarın ne olacağıyla ilgilenmek bizi çok korkunç noktalara götürüyor. Biz ya sadece önümüze bakarak ya da sadece geriye bakarak gidiyoruz. Koşar gibi yaşıyoruz. O kadar hızlı hareket ediyoruz ki etrafımızda olup biten şeyleri fark etmiyoruz bile.
“Müslüm’de oynamadım ama o da benim filmim”
- “Ayla”dan sonra Digital Sanatlar’la bu ikinci projeniz. Tarihi karakterler canlandırmayı mı sevdiniz? Yoksa Dijital Sanatları mı?
Aslında toplam olarak hepsini sevdim. Tarihi karakterler oynamakla ilgili daha önce hiç hedeflerim hayallerim yoktu. İnsanla ilgileniyorum. Burada da hikayeler çok güçlü, bu hikayeleri yapan adamın, Mustafa Uslu’nun eq’su çok yüksek. Bunları anlatırken ki heyecanı beni ister istemez içine alıyor. Bundan zevk alıyorum. Gerçekten inanarak iş yapan yapımcı sayısı çok az. Yaptığı şeye inanmayan o kadar çok adam var ki…
- Mustafa Uslu sizin nikah şahidiniz aynı zamanda. İş mi yoksa dostluk mu besledi sizi? Ne zaman tanıştınız?
Biz “Ayla” döneminden tanıştık. Telefon geldi. Ben hiç müsait değildim o esnada. “Daha sonra konuşalım mı?” diyemedim, o kadar güzel anlatmaya başladı ki hikayeyi. Bir buçuk saat konuştuk telefonda. Dedim “Geliyorum”, telefon konuşmasında bu kadar samimiyetle hikayeyi anlatan bir adama niye gitmeyeyim yani ve sonra abi- kardeşliğimiz başladı. Biz Mustafa abiyle kavga da ederiz, anlaşamayız da birbirimizi ikna etmeye çalışırız. Ben mesela “Müslüm”de oynamadım ama “Müslüm” de benim filmim. Ona karşı asla politik davranmıyorum, yaptığı işin sevmediğim yanlarını “Abi güzel olmuş” diye geçiştiremiyorum. Çünkü onun mesela bu duygusunu kaybetmemesini istiyorum. Benim için de iyi faydalı bir şey. Seviyorum bu kadar inanarak bir şeye yaklaşmasını.