16.03.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:
On dört yaşındaki çocukların terörist ilan edildiği, “Öldü ama...” diye cümlelerin kurulduğu günlerdeyiz. Binlerce kişi sokaklara dökülüyor, cenazelerde buluşuyor. Sosyal medya izlemesi zor videolar, göz yaşartan cümleler, öfke patlamaları, uyarılar, arşivlenecek fotoğraflarla dolu. Şiddet genellikle bir gaz bulutu kılığında her an her yerde karşımıza çıkabiliyor; çocuk, hasta, yaşlı tanımıyor. Taraflar birbirine üstün gelemezken bu olaylardan nemalanmak isteyenler, provokatörler ve komplo teorisyenleri de çalışıyor. Bunların bir kısmı sinsice bir yol izlerken kimileri televizyon ekranlarında ve meydanlarda provokasyon yapmaktan çekinmiyor.
İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirler de artık belki de başka bölgelerde uzun yıllardır yaşanan şiddete aşina. Her sokak başında bir polis grubu görmek, market dönüşü gaza ya da fişeğe yakalanmak olağan. Sabah işe gittikten sonra öğlen izin alıp cenazelere katılmak, slogan atıp işe dönmek de...
Eğer bu durumlardan faydalanmak isteyenleri bir kenara bırakırsak herkesin asıl temennisi biraz daha sükunet, biraz daha sağduyu, biraz daha akıl, insanlık. Ama böyle bir öfke patlaması yaşanırken sakin, sağduyulu olmak ne kadar kolay?
Çocuklar ölüyor, gençler ölüyor, insanlar ölüyor. Milliyet gazetesinin cuma günkü manşetinde yazdığı gibi “böyle gidersek hep beraber kaybedeceğiz”. Çözüm şiddet değil.
Türkiye’nin sokaklara çıkmaya, gaza, tazyikli suya, ölümlere, provokatörlere ne yazık ki alıştığı
şu dönemde “neler oluyor, halkın ruh hali gerçekten nasıl ve ne yapmak lazım”ı konuştuk.
Geçen hafta hayatlarını kaybettiler
“Şiddetin bu dozda arttığı sokaklarda örgütlü ve politize güçler, linççi güruhlar kalır sadece”
Yard. Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan (İÜSBF Siyaset Bilimi Bölümü, “Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası”, “Türkiye’de Militarizm”
gibi kitapların da yazarı)
l Birçok politik aktör ya da katılımcı için şiddetin bu dozda yükseldiği bir atmosferde doğrudan sokakta olmak çok kolay değil. Ölümle sonuçlanan yaralanmaların, gözaltında işkence ve kötü muamelenin vakayı adiye olduğu yerde, sadece örgütlü ve politize güçler ile linç eylemlerine meyyal güruhlar kalır sokakta. Orada da çatışma kaçınılmazdır.
l Fitili ateşleyen aktörler ve kitleleri ajite eden güçlerin yanı sıra bu tahriklere hazır da bir topluluk var. Sağ siyasetin hafızasında nesilden nesle miras kalan “dinsizler”, “komünistler”, “bölücüler” gibi yaftalamalar bu süreçte kitlenin seferber edilmesinde işlevsel kılınıyor. Lider kültü yaratmış Başbakan Erdoğan’a bağlılık içinde
12 yılda yetişen partili gençlik, diğer yandan da geleneksel milliyetçi reaksiyonerlik ile tavır alan kesimler sokakta buluşuyor.
“Türkiye toplumu kimilerinin şiddeti hak ettiğini düşünüyor”
l Devlet şiddetini çok iyi tanıyan bir toplum aslında Türkiye toplumu. Onun varlığını biliyor ancak kendine temas etmediğinde bunu mesele haline getirmiyor. Daha doğrusu kimilerinin şiddeti hak ettiğini düşünüyor. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde 1990’lar boyunca devlet şiddetinin ulaştığı boyut karşısında çoğunluğun sessiz kalması da bundan örneğin. Güneydoğu’da hayatın bir parçası olan ama bizlerin burada tecrübe etmediğimiz şey, olağanüstü halin olağanlaşması artık İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in de meselesi. Evinden alışverişe çıkan ya da işinden evine dönen bir vatandaş, polisler tarafından çevrelenmiş yollarla, gaz bombaları ile yüz yüze kalıyor. Hastane önüne bile gaz atan bir şiddetten bahsediyorum, ne hasta tanıyor ne çocuk...
l Toplumu bir arada tutan en önemli şeylerden biri kolektif vicdandır. Ceylan Önkol’a, Uğur Kaymaz’a ağlamayan, ölülerini dahi bölüştüren bir toplumda siz istediğiniz kadar “Milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu şu günlerde” diye başlayın söze. “Öldü ama...” diyerek cümlenize devam ettiğinizde insanlığın bittiği yere gelmişsinizdir. “Aleviymiş zaten”, “30 Mart sonrasında olsa cenaze böyle olmazdı”, “Nekrofil bunlar” diyorsanız bırakın siyaseten, insani temelde muhatap alınacak bir yanınız kalmamıştır. Burak’ın (Can Karamanoğlu) ölümünün yarattığı üzüntünün bir iktidar cephaneliği olarak kullanılmasına engel olmak da toplumsal vicdanın işidir.
l Türkiye’nin gelecek 10-15 yılının iktidar haritası bu dönemde yeniden biçimleniyor ve bu hiç de sessiz sakin bir ortamda gerçekleşmeyecek.
“Lütfen herkes sakin davransın”
Atilla Akar (“Türkiye Komplolar ve Provokasyonlar Tarihi” kitabının yazarı)
l Maalesef Türkiye’de özellikle son birkaç gündür adeta mini bir 12 Eylül süreci yaşanıyor. Dün nasıl insanlar belli kin, nefret, ideolojik yargılar gereği kamplaşmışlar ve birbirlerini
önce insan değil de yok edilmesi gereken varlıklar olarak görüyordularsa, korkarım ki yeniden böyle bir haleti ruhiyeye doğru gidiyoruz. Ama 12 Eylül gençliğin hızla silahlandığı bir süreçti. Şükür ki bugün böyle bir durum yok.
l Bazı durumlarda tepkisizlik beklenemez ancak bu tepkilerin hangi yöntem ve seviyede olduğu da bir o kadar önemlidir. Demokratik çizgiden sapan, şiddeti davet eden çizgiyle tepkilerin demokratik olgunluk zemininde dile getirilmesini ayırmak gerekir. İkincisi zaten provokasyonların da panzehiri olacaktır.
l Benim 50 yıllık Türkiye pratiğinden çıkardığım altın kural şudur: Lütfen herkes tarafı ne olursa olsun sakin davransın. Ölümler tedirgin edicidir. Komplo ve provokasyonları o gün için kimin tertiplediği hiç belli olmaz. Kimi kez hükümet, devlet, belli birimler kimi kez yabancı odaklar...
“Ailenin mikro-devlet olduğu bir yerde devletin şiddeti olağan görülür”
Yard. Doç. Dr. Güney Çeğin (Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, “Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları” kitabının da yazarı)
l 17 Aralık sonrası hükümete dönük hem devlet alanı içinden gelen saldırılar hem de tabanda biriken politik hınç ister istemez devletin sağ elini yeniden kurmasına, yani kolluk güçlerini yeniden tahkim etmesine neden oldu. Son günlerde cereyan eden olaylar hem son dönemin siyasal gelişmelerinin
hem de tarihsel arka planımızın sonucudur. Devletin şiddet ekonomisi, Türkiye’de politikacıların sürekli dayandığı bir iktidar kurma ve meşruluğunu onaylatma stratejisidir. 1923’ten bu yana ülkenin idari, ekonomik vs. yapısının organik bir bütünlük içinde tesisi, bu bütünlüğün katı bir devletçilik ilkesi esasında geliştirilmesi, Türk ulusal kimliğini reddeden tüm kimliklerin “iç ayrışma sürecinin müsebbibi” sayılması gibi etkenler de bu şiddetin boyutlarını belirlemiştir.
l Ailenin mikro-devlet olduğu, okulun devletleşmiş insanlar yetiştirdiği, sokağın da devletin gözüyle tasarımlandığı bir dünyada devletin fiziksel ya da simgesel şiddetini çoğu zaman olağan görmeniz oldukça doğal.