Altay Gündüz 1927’de Fatma Belkıs ile İsmail Niyazi’nin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Babasının asker olması nedeniyle, sürekli yer değiştirmemek için çocukluğunun neredeyse tamamı haminne, büyükanne, büyükbaba ve teyzesiyle birlikte yaşadığı Beylerbeyi’ndeki evde geçer. Altay bey çocukluğunda haminnesinin anlattığı masalları unutmaz ve yıllar sonra onların peşine düşer...
Haminnemin masalları"...haminnem
masallar anlatıyor, çok güzel masallar anlatırdı çünkü. O masalları nereden okumuş onu merak ettim ben. Bir gün Tophane’deki evin konsoluna baktım, eski Türkçe resimli masallar... Sonra, çok sonra (öğrendim ki) Aisopos’un (Ezop’un) masallarını anlatıyor bana, düşünebiliyor musun? Veyahut ne bileyim, Grimm kardeşleri... Bunlar demek ki, o zaman eski Türkçe de yayınlanmış, bunlar çıkmış ve bunları okumuşlar..."
Sultan Abdülaziz’in veliahttı Yusuf İzzettin’in varislerinin yurtdışında olmaları nedeniyle o yıllarda hesap işlerini yürütecek dürüst ve yetenekli biri aranır. Şehremini’nin tavsiyesi üzerine Altay beyin büyükbabası önerilir. 1932 yılından sonra büyükbabasının işlerini yürüttüğü Tophane’deki yazıhanesine taşınırlar ailece; artık sadece yaz aylarında Beylerbeyi’ne gelirler. O yıllarda pazartesi günleri büyükbabasının gelişini daha bir heyecanla bekler Altay bey, çünkü:
"Pazartesi günleri Çocuk Sesi gazetesi çıkardı, dergi... "Bugün nedir Pazartesi, hani bizim Çocuk Sesi" (gülümser). Şimdi, Çocuk Sesi’nin orta sayfasında, Baytekin... "Gökler Hakimi Baytekin"... Flash Gordon (yabancı bir çocuk çizgi kitabı) olarak biliyorsunuz siz onu... Perşembe günleri de Afacan çıkardı benim çocukluğumda. Daha sonra Yavrutürk filan çıktı işte..."
Hizmetçi İdarehanesi Tophane’de oturdukları 1930’lu yıllarda büyükannesi ve ailede kendini en yakın hissettiği teyzesiyle Beyoğlu’na alışverişe çıktıklarında Altay bey de yanlarında bulunur. Zamanın kumaş, kıyafet ve ayakkabı alınan dükkanlarının pek çoğunu bilir bu nedenle. Teşvikiye’deki evlerine taşındıklarında hizmetçi bulmak için başvurulan bir yer dahi vardır tanıklıkları arasında...
"...Tünel’de hizmetçi idarehanesi vardı: Madam Edit. Madam Edit Museviydi sanıyorum. Basamaklı bir ikinci kat mıydı birinci kat mıydı, teyzemle, büyükannemle giderdik. Bir hole giriyorsun, karşılıklı iskemleler, oraya birtakım kadınlar oturmuş. Onun karşısında da Madam Edit’in odası. Girersin, ‘Buyrun oturun, ne tür bir hizmetçi istiyorsun, nitelikleri ne olsun?’ falan der. O bakar defterine, sana birisini söyler, ya orada varsa çağırır, yoksa ‘Ben sizin adresinize yollayayım’ der. Daha çok Rum hizmetçilerimiz oldu, çünkü orada aşağıdan üç kat kömür taşımak lazımdı, onu kimse yapamazdı, yani ne büyükannem ne haminnem."
Memet FuatYazları gittikleri Beylerbeyi’nin çakıllı sahilinde annesinin ve teyzesinin de çocukluklarında girdikleri gibi beline ip bağlanarak denize girer. Ancak daha sonra lise ikinci sınıfta akciğer iltihaplanması, hemen ardından tüberküloz gibi ağır hastalıklar onu bir yandan sağlığıyla ilgili hep dikkatli olmaya, diğer yandan da kitaplarla yakın dost olmaya teşvik eder. 1943’ten itibaren Mehmet Ali Paşa’nın Ethem Efendi Caddesi’ndeki köşkünün bahçesindeki, felsefe hocası Cemil Sena Ongun’un evini yazları kiralamaya başlarlar. Mehmet Ali Paşa’nın torunu Memet Fuat’la arkadaşlıkları o köşkün bahçesinde başlar...
"Cemil Sena beyin de bir oğlu vardı, flober tüfeği var. Bir gün bir ateş etti, Mehmet Ali Paşa bahçede oturuyormuş, saçmalar onun başına düşmüş. Biraz sonra Memet geldi: ‘Ya dedemin başına bir şeyler düştü, napıyorsunuz?’ Memet ile tanışmam öyle oldu. Sonra her yaz onların evine kiracı olarak gittik... Ethem Efendi’den bütün gençler denize giderler, biz Memet ile orada bir yüksek duvar vardı, bir set vardı, oraya yan yana otururuz, Memet’in elinde bir kitap, benim elimde bir kitap, seyrediyoruz yani. Filozofça artık. İkimiz de denize giremiyoruz."
"Anadolu’ya kaçacağız" Yazları Ethem Efendi’de geçirdikleri yıllardan önce İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Altay Gündüz o günlerde İstanbul’daki gözlemlerini anlatır...
"O zaman ben 41 senesinde ortaokul 3. sınıftayım. Baharda, Almanlar, II. Dünya Savaşı, Bakü’ye gidecekler. İki yoldan gidebilirler, ya Ukrayna’nın o bereketli topraklarından geçecekler ya da Trakya üzerinden gidecekler. Babam da o zamanlar Ankara’da genelkurmaydaydı... İstanbul boşaldı o yaz. Herkes Anadolu’ya gitti, hatta Arkeoloji Müzesi’ndeki bütün o eski eserler kutulandı, ambalaj oldu ve Konya’ya taşındı, bir şey olmasın diye. Ve askerimiz o zamanlar silahları Kurtuluş Savaşı’ndan kalmış silahlar, hiçbir şey yok. Bakın, ben Necatibey Caddesi’nden geçerken bizim askerleri gördüm. Bir kısmı çarıkla gidiyor, nereye gidiyor bunlar, Sirkeci’ye gidiyorlar. Oradan binecekler Trakya’ya sınıra gidecekler, ne kadar kendimizi koruyabilirsek... O yaz, babam dedi ki, siz de Pendik’e gidin yazın. İşgal olursa Trakya’da, biz de Anadolu’ya kaçacağız. Ne olacağımız belli değil çünkü. İstanbul boşaldı."
O zaman Rum, Ermeni ustalar çok iyiydiÇocukluğunda yap-boz türü oyuncaklara merakı onun mühendisliğe olan ilgisinin ilk belirtileridir. Tabii babasının doktor ya da mühendis olması konusundaki isteği de etkili olmuştur bu kararında. 1946 yılında Teknik Üniversite’ye girer.
Atatürk diyor ki…Memet Fuat ve eşi İzgen hanım vasıtasıyla tanıştığı ve arkadaşlık ettiği Özcan hanıma sohbetli uzun yürüyüşlerinden birinde tam Galata Köprüsü'nün üzerinde evlenme teklif eder. 1953 yılında evlenirler. Özcan hanım mimar Hikmet Koyunoğlu’nun kızıdır. Altay bey Atatürk’ün yakın çevresinden olan kayınpederinin pek çok anısını dinlemiştir...
"...bir gün, Etimesgut Havaalanı. Yeri tespit ediliyor, şimdi Atatürk diyor ki, Hikmet sen de gel mimarsın. Bunlar gidiyorlar, Atatürk diyor ki Etimesgut olsun burası, Hikmet bey de öyle sözünü esirgeyen bir adam değil. Üstelik Atatürk'le tanışıklığı çok eski. Diyor ki, Paşam, burası ahi mesgut... Şimdi Hikmet, orasını karıştırma diyor. Atatürk’ün o zaman ahi mesgut demesinin nedeni bir ulus yaratmak istemesiydi. Peki neden Etiler yerine Hititler demedi... Bilmiyorum..."
Ermeni ve Rum ustalar 1950’li yıllarda pek çok meslektaşı müteahhitlik yaparken Altay bey fiilen mühendislik yapar. 1954-1959 yılları arasında Samatya İşçi Sigortaları Kurumu İstanbul Hastanesi’nde kontrol mühendisi olarak çalışır. O yıllarda beraber çalıştığı tecrübeli ustalardan pek çok şey öğrenir...
"... Bayburtlular vardı taşçı ustaları... Sarı derdik, bir demircimiz vardı, çok hoş bir çocuktu, genç. Ondan bazı şeylerin nasıl yapıldığını öğrenirdim, mesela öteki tarafta ben o öğrendiğimi satardım. Bak şunu şöyle falan diye yani... Orada da çok deneyimim oldu. Bir de kalfa vardı. Yumurtacı Ligor derlermiş; Ligor Kalfa Rum. Şimdi bu Ligor Kalfa’yı görseniz, böyle takım elbiseyle gelir, gider iş tulumunu giyer. Çok iyi inşaat bilen bir ustaydı. mesela Hikmet beyin de öyle ustaları vardı. O bana bir deneyim oldu... O zaman Rum, Ermeni ustalar çok iyiydi... Yalnız betonarme hesabı yapmak aslında rutin bir hesap, yani her gün oturuyorsunuz elinizde sürgülü cetvel, o zaman kompütür filan yok, onla hesap yapıyorsunuz böyle sıkıcı bir iş yani, ama yapıyorduk, para kazanmak için gerekiyordu."
Seneler geçiyor…6-7 Eylül'de yaşanan olaylardan sonra Altay beyin Beyoğlu’nda alışveriş yaptığı pek çok dükkan kapanır, Teknik Üniversite’den Ermeni arkadaşlarının bir kısmı da Kanada’ya göç eder. 1959 yılından itibaren Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlayan Altay bey 1970’li yıllarda üniversitelerdeki gelişmelere de tanık olur. 1978 yılında profesör olduğu, merdivenlerinden çıkarken aklında Ahmet Haşim’in "eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak" dizesini anımsadığı Yıldız Teknik Üniversitesi’nden 1994 yılında emekli olur.
Görüşmemiz sona ererken Altay Gündüz yaşanan tüm acılara rağmen hayatla kurduğu bağı mitolojik bir hikayeden yola çıkarak anlattı: "Prometheos ateşi çalıyor ve Zeus çok kızıyor buna, onu bağlıyorlar bir kayalıklara... Pandora’nın kutusundan bütün kötülükler çıktıktan sonra bir ses geliyor: ‘Ne olur Pandora beni de bırak, bütün kötülükler çıktı ancak ben bazılarını önleyebilirim. Ne olur bana kurtulma şansı ver. Ben umudum’ diye yineledi sözünü. Pandora hafifçe sandığının kapağını araladı, ufacık beyaz bir kelebek sandığın kenarından pencereye doğru gitti. Prometheos kayalara zincirli acı içindeydi. Birdenbire yüreğinde bir hafiflik duydu, elbet bu acının bir sonu var biri gelip beni bundan kurtaracaktır, o anda küçük beyaz bir kelebek göğsünün üzerinden kalktı ve uçup gitti. Umut kelebeği...’ Biz de umutla yaşıyoruz işte. Öyle değil mi?..."
1937-1946 yılları arasında ortaokul ve liseyi Şişli Terakki Lisesi’nde okur. O yıllardaki
okul arkadaşlarını anlatır...
"...orası Selaniklilerin okuluydu. Çok Selanikli arkadaşım vardır benim... Ortaokulda çeşitli etnik gruptan arkadaşım vardı. Mesela Oscar Muhareski vardı. Oscar Muhareski, babası Polonyalı, annesi Rus, Narmanlı Hanı vardı, Narmanlı Hanı’nda bir avludan girersiniz Beyoğlu’nda... Orada otururlardı... Gidip gelirdim. Sonra Müfit Eden diye bir Selanikli tütüncü zengin bir ailenin çocuğu vardı... Lisedeki arkadaşlarımın bir kısmı, mesela Maryo Kohen vardı falan, onlar Robert Kolej’e gittiler... Kız arkadaşım kadar, şimdi kız arkadaş başka anlama geliyor, öyle değil yani erkek arkadaşım kadar kızlar da vardı... Toni Moskoviç vardı, Antonyo, hep bunlar benim tramvayda, Janet, Toni Moskoviç, Ayla, hep beraber gider gelirdik, Talimhane’de oturduğumuz zaman."
50’li yıllarda sinemaya çok sık gider Altay bey, kendi deyimiyle bazen günde arka arkaya üç film seyreden bir "sinema kuşu"dur...
"...sinemaya çok giderdim... O zaman en fazla gittiğim sinemalar, bir kere Saray Sineması... Melek, İpek... Melek Sineması’na girerken, sağda köşede Şark Sineması vardı, sonra aşağıda... Elhamra Sineması vardı, sonra Şık Sineması vardı. Şık Sineması da neredeydi biliyor musunuz? Atlas Sineması’na filan gelin, onun altında küçük bir sinemaydı, küçücük de bir balkonu vardı. Orada da çok eski filmler oynardı, yani benim doğum tarihimden önce çekilmiş falan. Bir sürü mesela Şarlo’nun, Buster Keaton’ın falan filmlerini orada gördüm. Bir de Alkazar Sineması benim mesken tuttuğum bir yerdi. Her sinemanın bir de gidilecek yeri vardı. Alkazar Sineması’nın bir parteri vardı. Bir birinci balkonu vardı, bir de ikinci balkonu vardı. İkinci balkon daha gerideydi. En ucuz yeri... Orada balkonuna çıkılır, oturulurdu. Fakat balkon da ikinci balkonun altına oturmayacaksınız, yukardan çiklet atarlar, tükürürler falan, öne oturacaksınız... Alkazar’da 32 kısım tekmili birden filmler oynardı."
Yıldız Teknik Üniversitesi Altay Gündüz’ün Oğuz Atay’la yakın arkadaşlığının da başladığı yerdi aynı zamanda...
"Öğle tatilinde... Baktım bankta birisi oturuyor öyle, elinde de bir kitap. Kitabın kabını da sarmış bir kağıda, kitap okuyan bir hoca hayret!... Sonradan... Oğuz’la tanıştım yani arkadaş olduk, evimize gelip gitmeye başladı.... Sonra kalktık 73 senesinde Oğuz, ben, Özcan, benim Volkswagen bir arabam vardı, Bodrum’a gideceğiz ama bir haftada gittik. Ulaşacak mıyız ulaşmayacak mıyız diye Oğuz söylenip duruyordu yolda. Çünkü, biz bütün o eski yerleri dolaştık. Özcan da arkeolog, bize çok güzel kılavuzluk eder ve tatlı dillidir, anlatır. Ama Bodrum’dan döndük, hatta Yalova’ya geldik. Oğuz sabırsızlandı, Pakize ile yeni tanışmışlar, araba vapuru sırasına girdik. Bu illa bavulunu sürükleye sürükleye bizden önce gidecek, çünkü biz kuyruğun sonundayız. Sonra evlendi Pakize ile. Öyle bir tanışıklığımız oldu. Bize baktı ki aile hayatı başka, uyumlu falan, o onu cezbetti, o yüzden boyuna gelirdi bize, çok sık gelirdi. En sonunda işte üç tane tümör vardı... İkisini alıyorlar, birisi hayati bir merkezde onu alamıyorlar, bir senelik ömür tanıyorlar. O bir sene içerisinde öldü. Korkunç bir hafızası vardı, yani şu kağıt sepeti gibi ne atarsan kalır içeride... 13 Aralık’ta 77’de öldü. 43 yaşındaydı öldüğü zaman. Şimdi demek ki 68 yaşında olacaktı yaşasaydı... Sonra o gün Hilton’da berbere gitmişti. Onun Hilton’da berberi vardı, geldi, arkada bizim yatak odasında uzandı, banyo yaptı, uzandı. Sonra tuvalete gitti. Kapıyı kitleme dedik, o da kızdı, niye dedi, bir
gazete aldı ve gitti, adetidir tuvaletlerde bir şeyler okur. Bizim de o zamanlar yanımızda çalışan bir kızcağız var, tembih ettik sen oralarda dolaş ne oluyor falan diye. Bir gürültü duymuş, düşmüş orada ölmüş işte."
İÇİMİZDEN BİRİ ALTAY GÜNDÜZAdı soyadı : Altay Gündüz
Doğum tarihi ve yeri : 1927-İstanbul
Annesi : Fatma Belkıs (Şakir), ev hanımı
Babası : İsmail Niyazi, kurmay albay
Eğitim durumu :1952 Teknik Üniversite-İnşaat Mühendisliği Fakültesi
Mesleği : İnşaat mühendisi
Eşi : Özcan Gündüz (Koyunoğlu), arkeolog
Evlilik tarihi : 1953
Çocukları : Ali Gündüz (1954-1975), Nilüfer Gündüz (manevi kızı) 1962
GELECEK HAFTANebahat Erkal
"Kırmızıysa o senenin modası artık kırmızı görürüm her şeyi her yeri..."
Ceren Lordoğlu (clordoglu@tarihvakfi.org.tr),
Tûbâ Çameli (tcameli@tarihvakfi.org.tr)
Filiz Öğretmen (fogretmen@tarihvakfi.org.tr)
temasa geçmeniz yeterli.
Tel: 0 212 2273733 / 109
Faks : 0 212 2273732