13.10.2024 - 02:00 | Son Güncellenme:
Seyhan Akıncı - Türk sinemasının kalbinin attığı yerlerden Antalya’da bu akşam ödül gecesi. Festivalin açılışında Onur Ödülü alan isimlerden biri de Selçuk Yöntem’di. Sadri Alışık Kültür Merkezi ve Piu Entertainment’ın yapımcılığını üstlendiği “Amadeus”la altı sezondur kapalı gişe oynayan deneyimli oyuncu, ünlü besteci Salieri’yi canlandırdığı oyunda 150 oyunu geride bırakırken, “Biraz Şiir Biraz Şarkı” projesiyle de sahnede. Uzun zamandır ekranlardan uzak olan Yöntem ile evinde bir araya geldik ve 80’lerde izleyip bir gün oynar mıyım diye düşündüğü “Amadeus”la sahnede olmasını, sevdiği şehirleri ve konservatuvar yıllarından beri kullandığı fotoğraf makinesiyle kadrajını çevirdiği yerleri konuştuk.
- ”Amadeus”la 150 oyunu geride bıraktınız, altı sezondur kapalı gişe oynuyor olmanızdan başlayalım...
“Amadeus”un 150. sahnelenişi, oyun hayatımda çok önemli bir yer tutuyor. 150’ncisini oynadığım ilk oyun. Devlet Tiyatrosu’nda 60-70’leri biliyorum ama 150. gösterime ilk kez “Amadeus”la çıktım. 6. sezona başladık. Zaman hem çabuk hem anlamlı geçiyor. “Amadeus” harika bir ekip ve ilk günkü disiplinle oynanıyor. Bu yüzden çok mutluyum.
- Oyunda hayat verdiğiniz Salieri “Mozart alelade hayatını sanata dönüştürmesini çok iyi biliyor. İkimiz de alelade insanlardık. O aleladelerden destanlar yaratırken ben destanlardan aleladelikler yaratıyordum” diyor. Sanat bu anlamda ne ifade ediyor?
Çok göreceli bir olay. İnsanlar yapmış olduklarının değerini o zamanda algılamayabiliyorlar. Birçok müzisyende ya da ressamda da bu böyle. Daha sonra değeri kıymeti biliniyor. Bu isimler için yetili olduğu konuda bir şey yapmak çok normal geliyor. Ve soruyor hep Mozart, “Nasıl, beğendiniz mi, iyi miyim?” Herkes şok olmuş vaziyette müziğin ruhuna sesleniş biçiminden. Onun için sanatta farkında olup algılanan ve sonrasında algılananlar var. “Amadeus” bir dramatik yapı. Esasında Salieri çok iyi bir besteci. Bir oyunda bunu ortaya koymak, tiyatronun yaşama ayna tutması gibi bir şey. Ki tiyatro böyledir zaten. Onun için bu herkeste farklı reaksiyon verebilir.
- Peki, Selçuk Yöntem her rolde o soruları sorar mı kendisine?
Tabii ki sorar ve bir türlü beğenmez kendini.
- Hâlâ...
Hâlâ! Çünkü bu sonsuz bir şey. Mesela tiyatro, ekranda asla seyredilmeye tahammülü olmayan bir şeydir. Hayatta kendimi seyredemem ekranda. Tiyatro, sahnede izlenilip etkilenilen bir disiplin. Onun için kendimi beğendim, oldum ben demek tehlikeli bir şey. Asla olamazsınız. Bir şey olmuşsunuzdur ama o aşama göstermezse insanın sanat yaşamında bir monotoni yaratır. Her zaman kendimizi beğenmemekten yana olmalıyız. Beğenip de beğenmemekten yana...
- Sizin kendinizi beğenmediğiniz, kritik ettiğiniz bir dönem var mı?
Zaten konservatuvarda kendini beğenmemeye başlıyorsun. Hep büyüklerini örnek alıyor, “Onlar gibi olabilecek miyim?” diye bakıyorsun. Çabalarınla paralel giden bir gelişme oluyor. Çabalarının muhakkak meyvesini alıyorsun. O çizgiye ulaştıktan sonra da kendin o sorumluluğu asla bırakmıyorsun. Onu sürekli kılmak için çaba gösteriyorsun. Onun için hiçbir zaman beğenmedim kendimi. Ama şunu açıkça söyleyebilirim; çok çalıştım, çok çaba gösterdim. O gelişimi gördükçe özgüvenin gelmeye başlıyor ve tutunma noktan iyi bir yer oluyor.
- Bu bahsettiğiniz tutunma ve çalışkanlık bütün yolculuğunuzda karşımıza çıkıyor. Kendi deneyiminizden hareketle bugünün gençlerine ne önerirsiniz yollarını bulmaları adına?
Bizim kuşağın şöyle bir şansı vardı; bir kere internet yoktu, cep telefonu yoktu. Sinema, tiyatro, opera, TV, sosyal yaşam, tatile gitmeler vs. Bu insanlar için iletişimde önemli bir disiplin doğuruyordu. O zaman çok spesifik kararlar verebiliyordun. Şimdi internet, cep telefonu, sosyal medya, yapay zekâ var... Burada insanların kafası bulanıyor. Herkes kendi cep telefonunda kendi rolünü oynuyor. Kendi dünyasını yaratıyor. Bu çok tehlikeli bir şey. O dünyada özeniyor, öykünüyor ama bir türlü olmuyor. Sonra başka bir şey çıkıyor karmakarışık oluyor. Bu da ölçülü şekilde kullanılmadığı için tehlikeli. İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi bunda da ölçüsüz. Onun için başarıya ulaşamıyor. Bir kere kitap okumanın çok daha önemli olduğunu algılaması gerekiyor. Bu da eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Bu geliştiğinde karar verme mekanizman gelişiyor.
- Okumak demişken, Selçuk Yöntem neler okur, neleri sever?
Kitap okuma bir dönem bence. Öğrencilikte ne kadar bilgisiz olduğunu fark edip bir sünger gibi bilgiyi emme arzusu. O dönemde okumayla bir aydınlanmaya varıyorsunuz ve karakterinizi şekillendiriyorsunuz. Ondan sonra açık konuşmak gerekirse okuma azalıyor. Ben bir tek şeyden vazgeçmiyorum; günde dört-beş tane gazete okumaktan. Muhakkak gazete okuyorum. Bugünlerde Ferzan Özpetek’in “Saklı Yürek”ini okuyorum. Onun dışında biraz da geçmişte etkilendiğim ama oralardan çok az hatırladığım bazı kitapları karıştırıyorum. Günde 30 dakika kitap okumaya ayırmanın yararlı olduğuna inanıyorum ve bunu yapıyorum. Farklı kitapları aynı anda okuyorum.
- Geçtiğimiz günlerde “Biraz Şiir Biraz Şarkı” projenizle Londra’daydınız...
Biraz Şiir Biraz Şarkı projesini ilk olarak 2017’de Avusturya’da Viyana’da yaptım. Ardından Almanya’da beş-altı kentte. Sonra araya pandemi girdi. Şimdiki yapımcılarımız projeyi Londra’da yapalım dedi. Londra’da geçmiş bir dönemim olduğu için çok çekici geldi. Çok güzel reaksiyon aldı. Almanya’da devam edeceğiz ve sonra da Türkiye’ye bir iniş yapacağız.
- Türkiye’ye inmeden önce özellikle Berlin’le kurduğunuz yakın bir ilişki var...
Mekânlar insanlarla anlamlı... Dostlar, arkadaşlar olmadan o gittiğiniz şehrin pek bir anlamı kalmıyor. Bir iki defa gidersiniz olur biter. Öğrencilik yıllarımda hep bir Almanya’ya gitme arzum vardı. O dönem Almanya tarihini okumuştum, çok etkilemişti beni. Sonra en yakın arkadaşlarımdan Barış Eren, Berlin’e yerleşti. Orada tiyatro yapıyordu. Davet etti beni 1996’da Berlin’e gittim. Çok güzel bir ortam. Başka arkadaşlarla, dostlarla tanıştırdı. Ve sonra başka arkadaşlarımla hep Berlin’e gider olduk. Hem sanatsal hem sakinlik hem hızlı olma her türlü şeyi değerlendirebileceğiniz çok güzel bir şehir.
- İstanbul’un temposunda kendinizi nasıl koruyorsunuz?
Kıyaslanamaz bir tempo var İstanbul’da. Herkes bir fanus içerisinde yaşıyor. Herkes kendini korumak istiyor. Trafikten, hengameden, olaylardan, güvensizlik duygusundan herkes kendini bir fanusa kapatmış durumda. İstanbul’da nereye gidiyorsunuz derseniz, birkaç yer dışında hiçbir yere gitmiyorum. O bana yetiyor. Ailem, üç-beş dostum, beş-on arkadaşımla görüşmek, bir yerde yemek yemek, oturup kahve içmek, maç seyretmek bana yetiyor.
“Babamın Almanya’dan getirdiği fotoğraf makinesi hâlâ çalışıyor”
- Vitrininizde çok eski bir fotoğraf makinesi var. Bilmiyorum kaç tarihli, hikâyesi nedir?
Gösterdiğiniz makine bana hediye edildi. Esas olan babamın bana verdiği bu makine. Petri marka. Konservatuvarda bununla fotoğraf çekip karanlık odada basıyordum. Babam Almanya’dan getirmişti. Hâlâ çalışıyor, şimdi bakıma götüreceğim. Film alıp çekeceğim yine.
- Çektiğiniz ve sizin için çok özel olan kareler var mı?
1975-76 yıllarında çekim yaptım. Konservatuvarda çekiyordum, o dönem çektiğim bütün kareler anlamlı benim için.
“Fenerbahçe’nin şampiyon olacağına inanıyorum”
- Bildiğim kadarıyla Fenerbahçelisiniz. Nasıl bakıyorsunuz, Jose Mourinho’ya, Fenerbahçe’nin durumuna?
Futbol tutkum Fenerbahçe ile devam ediyor. Bir tek Fenerbahçe’nin maçlarını izliyorum. Bir de Avrupa kupalarındaki maçları. Mourinho tartışmasız çok iyi bir teknik direktör. Kendini kanıtlamış bir adam. Ama her şeyin bir oturma zamanı var. Ama biz taraftar olarak çok sabırsızız. Hemen dünyamız yıkılıyor, yönetim istifa, bu teknik direktör gitsin diyoruz. Bu istikrarsızlığı sevmiyorum. Fenerbahçe’nin fazla paniğe kapılmaması gerektiğine inanıyorum. Fenerbahçe’nin şampiyon olacağına inanıyorum. Her taraftar kendi takımının şampiyon olmasını ister tabii ki. Onun için şu an çok erken, daha uzun bir süreç var.
“Konservatuvardaki kilomdayım”
- Gardırobunuzda eskiden kalma çok sevdiğiniz, kullandığınız parçalar var mı?
Var var... Çünkü konsertuvardaki kilomdayım. Gömleklerim, pantolonlarım, tişörtlerim var ama yavaş yavaş veda ediyorum. O nostalji fazla iyi değil. Çok özlediğim bir şeyi giydiğimde “Nereden çıktı bu?” diyorlar. “20 yıl önce almıştım” diyorum.
- Özel bir şey yapıyor musunuz peki?
Ben öyle aman sağlığım diyen bir adam değilim. Kahvaltı etmesini, akşam yemek yemesini çok severim. Arada atıştırırım. Haftada iki-üç gün online spor yapıyorum hocamla veya salona gidiyorum. Vitamin alıyorum. Zaten “Amadeus” başlı başına bir spor.
“Aynada kendimi görünce ‘Selam amca naber?’ diyorum”
- Yaş aldıkça anneme ya da babama benziyorum gibi cümleler kurulur. Sizin babanıza benzediğinizi düşündüğünüz anlar oluyor mu?
Olmaz olur mu? Ama ben ondan hep uzaklaşıyorum. O iyi bir şey değil. Babamın iyi yönlerini almam ve uygulamamsa iyi bir şey. Dürüst olma, yalan söylememe, büyüklere saygılı olma, bir yere zamanında gitme, etik değerler çok önemliydi babam için ve o bize bunu çok iyi verdi. Kendimi dışarıdan seyrediyorum, aynaya baktığımda gördüğüm benim gençliğimde nasıl olacağımı düşündüğüm bir büyüğüm. Beynim o değil ama görüntüm o. İnsanlar yaş aldıkça kendini unutup yaşlarının hallerinde bir çizgiye giriyorlar ya bana o iyi gelmiyor mesela. Aynada kendimi gördüğümde “Selam amca, naber? İyi misin?” diyorum. Çünkü ben o aynadaki değilim zihnimde. Ama görüntü amca. Onu görerek yaşıyorum.
- Ekranda, sahnede izlediğimiz Selçuk Yöntem’in bu kadar verimli olması bundan kaynaklanıyor olabilir...
Konservatuvardan mezun olduğum dönem gibi bir bakış açım var. Giyimim bile hiç değişmedi hep aynı giyinirim. Belki zannediyorlar ki bu yaşa geldi hâlâ öyle giyiniyor. Öyle bir şey gelmiyor aklıma, bir yaşa gelince başka bir şey giymek zorunda mıyım? Belki bunlar beni diri tutuyor.