'The Platform' filminde ne anlatılıyor?
Saldırgan insanlar vahşi tavırlarıyla bir çukurda ne yapıyorlardı? 'The Platform' filmi hakkında çeşitli fikir ayrılıkları mevcut. Bu ayrılıkların da elbette bir ortak noktası var lakin iğrenç sahneleri olan bir korku filmi kesinlikle değildi. Peki neydi anlatılmak istenen?
Goreng ile beraber 'platform'da uyandığımızda çeşitli kurallar olduğunu fark ediyoruz. Bunlardan birincisi oraya isteğe bağlı veya cezalandırılma amaçlı gelebiliyorsunuz. İkincisi isteğe bağlı gelir ve buradan çıkabilirseniz sonucunda size ödül verilebiliyor. Üçüncüsü herkes yanına bir cisim alabiliyor. Dördüncüsü iki dakika süreyle katınıza uğrayan masadan eğer şanlıysanız yemek yiyebiliyorsunuz.
Goreng sigarayı bırakmak için buraya girmeyi ve çukurda geçireceği vakitleri değerlendirmek için yanına kitap almayı tercih etmiş. Kitabın ismini duyduğumda ve ara sıra yüksek sesle bu kitabı okuduklarında şunu fark etmiştim: Kesinlikle aşağı katlarda uyanacaklar ve ana karakterimiz aynı Don Kişot'ta olduğu gibi hayal ve gerçeği bir müddet sonra ayırt edememeye başlayacak. Meğer bize bu kitap filmin devamı için daha fazla ipucu veriyormuş. Çünkü Don Kişot hayalini kurduğu şövalye yaşantısına evrilirken mazlumun yanında olmaya çalışır ama bu savaştan hep yenik ayrılırdı.
Pekala, insan insanla yaşamak için yanına bir kitap mı almalı yoksa bir bıçak mı?
Aşağı katlarda, tüm vücuduyla yatağa bağlı uyanan ve aç kaldıkları için sekizinci günde oda arkadaşı tarafından kesilmek üzere olan ana karakterimizi Miharu’nun kurtardığını fark ettiğimiz zaman olaylar değişiyor. Bir nevi bıçak, kitap ve merhametin yanında keskinliğini yitiriyor. Bu bıçak sıradan bir kesici alet de değil. Defalarca kez dile getirilerek belirtilen bir özelliği var, kestikçe keskinleşiyor olması. O halde bu bıçak bir bıçak değil. İnsanın nefsini, egosunu hatta gücünü ve karşısına geleni dizginlemek istediği otoritesini temsil ediyor olmalı. Dolayısıyla insanların yanlarına almak istedikleri, onları tek bir somut örnekle özetleyebilecek; insanın içinde bulunan duygularını, düşüncelerini anlatan objelerdir. Şöyle de bakabiliriz insanın doğduğu andan itibaren genellikle bedel ödemeden sahip olduğu özelliklerdir, nefes almak gibi. Soruma cevap olarak “İnsan, insanla zaten yaşar yahu!” diyebilir “İnsan kendiyle yaşayabilir mi ona bakmalıyız bu çukurda” diye ekleyebiliriz.
Bu salgın sürecinde izolasyon halde yaşamaya adapte olurken de herkes bunu anladı zaten değil mi? Kendimizle baş başa kalıp kendimizin başını koparmamak epey zormuş. Görselleşmeden barınmak hepimiz delirtti.
Dünya ve çukur
Herkese yetecek kadar okyanus var mı, gezegende? Herkese yetecek kadar ağaç ve meyve veya herkese yetecek kadar yemek ve içecek? Herkesin zevkine hitap edebilecek çeşitlikle tatlar? Elbette var fakat kimse benliğindeki açgözlülüğe hakim olamadığından birileri mutlaka aç kalır. Aslında bu dengesizliğin bir adı bile var: Pareto İlkesi. Kazaların %80’ini sürücülerin %20’si sebep olur. Dünya nüfusunun %20’si toplam zenginliğin %80’ine sahiptir. En önemlisi sonuçların %80’ini eylemlerin %20’si oluşturur.
Film, herkesin en sevdiği yiyeceklerin özenle hazırlanmış halde herkese verildiğini ama kimseye yetmediğini açıkça ortaya koyuyor. Hatta yemeklerin çiğnendiğini, üstlerine tükürüldüğünü alt kattakilere bir şekilde zarar verildiğini ve bunun acımasızca yapıldığını üstelik bu durumu yaratmaktan hoşnut olduklarını görmekteyiz. Bu kapitalist sistemlerin içinde yaşarken alt sınıfların üst sınıfları beslemek adına canları pahasına çalıştığını ama verdikleri emeğin karşılığını hiç alamadıklarını bize gösteriyor. Adler, 'Yaşama Sanatı' kitabında da tam bu olaya değiniyor. Üst kattakiler alt kattakilere karşı kendilerini güçlü hissediyor ve otorite kurmak istiyor dolayısıyla paylaşmaktan ziyade hor görüyorlar. Bir sonraki ay hangi katta uyanacaklarını bilmeden düşüncesizce günlerini kurtardıklarını görüyoruz. Ekolojik sistem bir denge yaratmıyor yani. Bu önsezi ve öngörüsüz topluluk günümüzün her anında yanımızda yürüyor aslında. Sokağa tükürenlerden, çöplerini bir türlü çöp kutusuna denk getiremeyenlere kadar. Ayrıca bu hangi katta uyanacağını bilememe ayrıntısı çok kudretli bir anlatım şekli. Hepimizin de sıklıkla duyduğu ve değindiği bir cümleye kucak açıyor çünkü: Coğrafya kaderdir. Herkes oraya girerken tercih ettiği yemeği bulup yeseydi herkes doyardı. Aslında herkesin hakkı en sevdiği yemekti filmde çünkü. Elinde kalan elma yüzünden katında cezalandırılan karakteri gördüğümüzde aklımıza ilk başta yasak elma tasviri geliyor ama bence elinde salyangoz kalsaydı cezalandırılmayacaktı çünkü küçük kız çocuğu panna cotta'yı yerken cezalandırılmadı. Goreng için salyangoz yapılmıştı onun hakkı bu kadardı. Ama çeşit çeşit yemek arasında her şeyi tüketmeye çalışmak her zaman ki gibi insanın bencilliğini gösteriyor hatta muhtemelen insanlara en sevdiği yemekleri bile unutturuyor, daha güzeli olduğu algısını yaratıyor. İster farkında olun ister farkında olmayın bu durumu hepimiz her gün yaşıyoruz. Sosyal medya teröründe belirli profiller oluşturarak ve her seferinde daha iyisine ulaşmaya çalışarak eğer ulaştığından tatmin olmuyorsan da ulaşanları hor görerek.
Bazıları en sevdiklerini unuttuğu için bazıları sevdiklerinin olup olmadığını bile fark edemez.
Din ve platform
Panna cotta'ya kıl düştüğünde şef, aşçıları yanına çağırıp bu kılın kime ait olduğunu anlamaya çalıştı. Bu sahnede dikkat çekici olan birbirine fiziksel olarak hiç benzemeyen dört insanın şefin etrafında duruşu ve itaat edişiydi. Şef bir Tanrı'ysa aşçılar da dört büyük meleği temsil ediyordu. Elinde bir kitapla gelip yol göstericiliği resmeden ana karakterin bir peygamberi temsil etme olasılığının yanı sıra yalancı olduğu söylenen her katta işkenceye maruz kalan kadının çocuğunu araması bize Meryem Ana’yı hatırlattı. Üstelik filmin en umut dolu anı yaşayan sağlıklı çocuğu görüşümüzdü. Kadın imkânsızlığa rağmen bunu başarmıştı. İster dine yoralım ister sisteme nerede olursa olsun bir çocuk yaşayabilmeliydi. Livaneli, 'Orta Zekalılar Cenneti'nde “Asla büyümez Filistinli çocuklar” derken hepimizi bu sahneyle yüzleştiriyordu aslında. Sistemin içinden kopmuş kadın, bilip bilmeden içeriye attıklarının pişmanlığını dile getirip yaptıkları yüzünden acı çekerken sistemin yanlışlığını ortaya koymak için haykıran bir yönetici bilhassa anarşist bir banker miydi? Yoksa cennetten kovulmuş veya düşmüş bir melek mi, bilemiyorum. Tanrı’ya ulaşmak için yanında ip getiren Baharat bu dini kavramları biraz kanıtlıyor gibi gözüküyor. (İp ve baharat ismi bende baharat yolu imgesi yarattı ama dil ayrılıklarını düşününce fazla uç bir nokta oldu.)
Altlardaki bilge
Sistem işleyişini düzeltmeyi kendinize vazife bilip yola çıkarsanız mutlaka bir bilgeyle karşılaşırsınız. Size ve yanınızdaki havariye önemli olanın alttakilere yardım edip en üste de yardım ettiğinizin mesajını iletmek olduğunu söyler. Tabii ki bütün bunları yaparken hoşgörü göstermeyi de unutmamayı... Aslına bakarsanız bu bilge bize dinlerin zorlamaya karşı olduğunu hatırlatıyor olabilir. Lakin en önemlisinin aşağıda ne olduğunu unutan yöneticilere bu vaziyeti anlatmak gerektiğini söylemesi. Yönetim bir çocuğun içeride olmasına mı şaşıracak yoksa içeriye koydukları bu çocuğun sağlıklı oluşuna mı, bilmiyorum. Panna cotta'yla karnını doyurmuş uyuyan çocuk sağlıklı bir biçimde yukarı çıktığında ne olduğu konusu herkeste soru işareti yaratıyor. Ama asıl olan ölümden sonrası için kimsenin net bir fikrinin olmaması diyebiliriz.
Freud: "Medeniyet yokken insanoğlu daha özgürdü"
Evet, aslına bakarsanız film anlaşılmamak üzerine yazılmış gibi duruyor. İnsanları düşünmeye sevk etme amacı taşıdığı kesin. Fakat bunu yaparken insanları ikileme sürüklemişler. Bence herkesi ikileme düşürerek kendini haklı çıkarıyor. Bazılarımız sistemlerin işleyiş yanlışlığından, çarklar birbiri içine dişlerini geçirip dönerken mutlaka dişlerin kenetlendiği noktada birilerinin ezildiğinden bahsediyoruz filmi izledikten sonra bazılarımız da Tanrı ve toplum ilişkisinden. Bu ayrışmanın gerek yeter şartı çok basit aslında. Bu film dünden bugüne insan yaşamını anlatıyor çünkü. İnsandan, toplumdan, ikili ilişkilerden, eşit olmayan durumlarda ortaya çıkan farklı karakterlerden, inanmaya ihtiyaç duymaktan, merhamet dilemekten, iyilikten, kötülükten, konumundan ötürü değişen insanlardan, ödüllerden, cezalardan bahsediyor. Kimisi bunu cennete, cehenneme yoruyor; kimisi fakirliğe, zenginliğe; kimisi açlığa, tokluğa. Çünkü insan olmak böyledir. Dinler ve devletler insanları yönetmek, söz geçirmek, çirkinliğe eğilimi azaltmak için vardır. Kötü bir insan olursan hapse girersin, cehennemde yanarsın demektir. Bizler de platformda uyanırsak bütün bunları tecrübe etmekten asla kaçınmaz, anlayamadığımız vahşetin parçası olmaktan usanmayız. Çünkü yönetilmeye her ne şekilde olursa olsun muhtaç davranıyoruz. Sigarayı bırakmayı dışarıda iradesine hakim olarak başaramayan Goreng gibi çukura ihtiyaç duyuyoruz. Bireysel olarak kendimizi düzeltemiyoruz yönetimlerin yanlışlığını sorgulamaya kendimizden başlayamıyoruz, her seferinde konuma ve duruma adapte olup günü kurtarma çabasına giriyoruz. En sonunda bir amaç uğruna yola çıkıyoruz bu sefer de yol kenarlarında unutulan krallıkların kölesi oluyoruz. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi bilemeden hayat bizi sindiriyor ve ölüyoruz...