Reşat Nuri Güntekin kısaca hayatı ve eserleri
1920'li yıllarda yazdığı 'Çalıkuşu' romanıyla bugün hala yaşayan bir isim olan Reşat Nuri Güntekin'i ne kadar tanıyoruz?
Reşat Nuri'nin çocukluğu Üsküdar'da geçti. Babası askeri doktor Nuri Bey, annesi Lütfiye Hanım'dı. Haşarı bir çocuk olan Reşat Nuri, 10 yaşlarındayken tulumbacılığa ve ip cambazlığına heves etti. Lalası Şakir Ağa'nın masalları ise daha o yıllarda içinde bir edebiyat sevgisinin doğmasını sağladı. Ailesi Çanakkale'ye taşınınca, burada mahalle mektebine gitti. Ardından İzmir Saint Joseph'de okudu. Müslüman çocukların bu okula gitmesi yasak olduğu için Reşat Nuri'nin adı okul kayıtlarına Ray Chat olarak yazıldı. Devamında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne giden Reşat Nuri, bu dönemde Şerrah Gazetesi'nde Fransızca mütercimi olarak çalışmaya başladı. Muhalif bir gazete olan Şerrah'ta Süleyman Nazif, Refik Halit gibi isimlerle tanıştı ve ilk gazetecilik deneyimini burada kazandı. 1913'te Bursa Lisesi'ne Fransızca öğretmeni olarak atandı. Daha sonra Vefa, Çamlıca, Kabataş, Galatasaray ve Erenköy liselerinde çalıştı. Öğretmenlik ve yazarlık bir bütündü onun için. Hayatı boyunca hep bir maarif adamı olarak kaldı ve eğitici kimliği eserlerine de yansıdı.
Reşat Nuri, İstanbul'a döndükten sonra edebiyat çalışmalarına ağırlık verdi. I. Dünya Savaşı yıllarında dergilerde, edebiyat üzerine makaleler yazdı. Zaman gazetesinde yazdığı eleştirileri, adının duyulmasını sağladı. 1917'de Diken dergisinde ilk öyküsü 'Eski Ahbap' yayınlandı. Bir uyarlama olan 'Harabelerin Çiçeği' adlı romanı 1918'de tefrika edildi. 1920'de ise ilk romanı 'Gizli El'i yazdı. 'Gizli El', Dersaadet gazetesinde tefrika edileceği gün sansüre uğradı. Çünkü Damat Ferit hükümetinin bir odun skandalı ortaya çıkmıştı o günlerde. Ve 'Gizli El' romanı da bir odun meselesiyle başlıyordu. Reşat Nuri sansür sebebiyle romanın konusunu değiştirdi ama 1924'te kitap olarak yayınlanacağı zaman, vurgun ve nüfuz ticaretiyle ilgili bölümleri de ekleyerek 'Gizli El'i tekrar yazdı.
1922 yılında Anadolu'da kurtuluş mücadelesi sürerken Reşat Nuri, 'İstanbul Kızı' adlı bir oyun yazdı. Oyun, öğretmen Perihan'ı ve Anadolu'nun ücra köşelerini anlatıyordu. Harap köyler, soğuk sınıflar, bakımsız cocuklar vardı bu oyunda. Darülbedayi, sahnede böyle bir esere yer vermek istemediği için oyunu reddetti. Reşat Nuri bir süre sonra 'İstanbul Kızı'nı roman haline getirdi. Perihan'ın adı Feride oldu. Çalıkuşu 1922'de Vakit Gazetesi'nde tefrika edildi ve Reşat Nuri bundan sonra 'Çalıkuşu'nun yazarı' olarak anılır oldu.
Çocukken hanımların okuma gününde Fatma Aliye Hanım'ın 'Udi' adlı romanını dinlemişti. Udi'nin kahramanı, Türk romanında çalışarak hayatını kazanan ilk kadındı. Çalıkuşu'nda ise, bir genç kız, Anadolu'ya gitme cesareti gösteriyordu. Yabancı okullarda yetişen kızlara pek iyi gözle bakılmıyordu o yıllarda. Ama Reşat Nuri Güntekin biraz tahsil, biraz neşe ve hafifliğin, korkulacak bir şey olmadığını anlatıyordu. Feride karakteri Çalıkuşu'nda bir ahlak örneği haline geldi ve Türk romanının ilk ideal kahramanı oldu. Kırık bir aşkın Anadolu'ya sürüklediği Feride, yurt sevgisinin ve idealizmin sembolüydü artık. O sembol cumhuriyet ile birlikte daha da güçlendi. Genç kızlar Feride gibi öğretmen olup Anadolu'ya ışık tutmaya hayal etmeye başladı. İyiliksever kahramanlar, güzel tesadüfler Çalıkuşu'nun sayfalarından öteye geçemedi ama Reşat Nuri sevgi ve şefkat dolu bir dünya göstermişti okurlarına. Çalıkuşu, roman olarak eksikliklerine rağmen severek okundu.
1923 yılında savaş bitip yeni bir Türkiye kurulduğunda Reşat Nuri de ınkılaplara sahip çıktı. Genç Türkiye'nin öncü eğitimcileri arasına katıldı. Bu dönemde art arda 4 aşk romanı yazdı: 'Damga', 'Dudaktan Kalbe', 'Akşam Güneşi' ve 'Bir Kadın Düşmanı'. Televizyonun, sinemanın olmadığı bir dönemde Reşat Nuri, okurlarına renkli ve romantik bir dünya sundu. Bu romanlarda kahramanlar gerçeğe teslim olmak ile meydan okuma arasında gidip gelir. Ölümcül oyunlara girerler, hicranla biten aşklar yaşarlar ama kendilerini ortaya koymaktan da çekinmezler. Sevginin olağanüstü güzelliğine inanmış bir yazarın mutsuz sonlarda kahramanlarını böyle heba etmesinin bir anlamı vardı. Yitik kahramanlardan geriye kalan tek şey gözyaşları değildi; yok olan, sürekli elde kaçan bir dünyayı anlatıyordu Reşat Nuri. İmkansız aşkları, yalnızlığı ve yitirdiğimiz değerleri görürüz bu romanlarda.
Reşat Nuri ve eşi Hadiye Hanım
1926 yılında Erenköy Kız Lisesi'nde öğretmenlik yapan Reşat Nuri, bir gün öğrencileriyle Büyükada'ya gitti. Gezi hatırası olarak bir fotoğraf çektirdiler. Bu fotoğraflarda arka sıralarda duran sarışın genç kız Hadiye Hanım'dı. Reşat Nuri gibi ünlü bir yazarın eşi olacağını kendi de blimiyordu o günlerde. Ama öğretmen-öğrenci ilişkisi, bir süre sonra sevgiye dönüştü ve Reşat Nuri, 1927 yılında Hadiye Hanım ile evlendi. Hadiye Hanım bir röportajında o günleri şöyle anlattı: "Bu çok eski ve değerli bir hatıra. Ben Erenköy Lisesi'nde okudum. İki sene edebiyat hocamız oldu Reşat Nuri. Sene sonlarında müsamereler olurdu. O müsamerelerde başrolü bana vermişti. Kendisi de bize rejisörlük ediyordu. Provalar sırasında sanırım duygusal bir yakınlığımız oldu. Yakın akrabalarıma benden bahsetmiş. Beni çağırdılar. 'Reşat Nuri seninle evlenmek istiyor, ne diyorsun?' dediler. Tabii çok gurur duydum. Beni sevmesi, beğenmesi büyük bir şevk verdi ve sevinerek kabul ettim."
Dudaklarından hiç düşmeyen sigarası, parlak gözler, nazik bir ses ve hiç silinmeyen bir gülümseyiş... Dostları bu kelimelerle anlatırlar Reşat Nuri'yi. Mütevazı kişiliğinden, yaşama sevincinden ve inanılmaz enerjisinden söz ederler. Olağanüstü bir çalışma temposu vardı çünkü. Gazeteciliği, öğretmenliği, tiyatroyu ve edebiyatı bir arada götürüyordu. Daha çok geceleri yazıyordu. Yanında hep sigara ve kahve olmalıydı. Not almak, masabaşında plan yapmak adeti değildi. Ama kafasının içinde her zaman olgunlaşmayı bekleyen hikayeleri vardı. Nasıl yazdığını şöyle anlatmıştı: "Evlerin hırdavat depolarındaki çocuk oyuncakları gibi karmakarışık birikirler. Ara sıra bunlardan biriyle bir parça oynayıp tekrar yerine atarım. Sonra onlar kendiliğinden değişmeye, şahıslar ve vakalar başlarını alıp evvelden hiç düşünmediğim büsbütün ayrı yollara gitmeye başlarlar."
1927'de Milli Eğitim müfettişliğine atanan Reşat Nuri, Anadolu gezilerine başladı. O yıl, 'Tanrı Misafiri'ni yazdı. 1928'de ise 'Yeşil Gece' ve 'Acımak' yayınlandı. Dönemin birçok aydını gibi Reşat Nuri de halkı yönlendirmek ve eğitmek arzusundaydı. İyi bir gözlemciydi. Başta bürokrasi olmak üzere, toplumun aksayan yönlerini kıyasıya eleştirirdi. 1935'e gelindiğinde 'Güntekin' soyadını aldı ve art arda üç romanı daha yayınlandı. 'Yaprak Dökümü', 'Kızılcık Dalları' ve 'Gökyüzü'. Bu romanlar, asri hayat özentisinin acı sonuçlarını, evlatlık çocukların dramını, insanın insanı nasıl sömürdüğünü ve Osmanlı münevverinin neden hep 'yalnız adam' olduğunu anlatır. Çünkü yalnızca duygulu kızların gönlünü fethetmiş bir romancı değildi o. Eserleriyle bir dönemin tanıklığını yaptı ve Türk romanında eleştirel gerçekçiliğin öncüsü oldu.
"Yıllar çoğaldıkça, hele 40'ından sonra insan, insanları ve hayatı başka türlü görmeye, maskelere fazla aldanmamaya başlıyor. Yani asıl realizmin devri 40'ından sonra başlıyor" demişti.
1936'da 'Anadolu Notları' yayınlandığında Reşat Nuri Güntekin 40 yaşını çoktan geride bırakmıştı. 1939'da Çanakkale milletvekili olarak meclise girdi ama politika hiçbir zaman önemli bir yer tutmadı hayatında. Bir yazardı o. Ve en önemli eserlerini de zaten bundan sonra yazdı. 1938'de 'Eski Hastalık', 1942'de ise 'Ateş Gecesi' yayınlandı. 4 yıl milletvekilliği yapan Reşat Nuri Güntekin, 1943'te tekrar müfettişliğe döndü. 1944'te 'Değirmen', 1946'de 'Miskinler Teknesi'ni yayınladı. 1924'te mizah dergisi Kelebek'i çıkaran Reşat Nuri Güntekin, bu defa Atatürk ınkılaplarını savunmak için 'Memleket' adlı bir gazete çıkarmaya başladı. 1950'de Paris'teki UNESCO temsilciliğine atandı. Aynı dönemde 'Kavak Yelleri', 'Kan Davası' ve 'Son Sığınak'ı yazdı. Emekli olduktan sonra İstanbul Şehir Tiyatroları'nda edebi kurul üyeliği yaptı. Çok sevdiği tiyatroyla yakından ilgilendi. Bu dönemde, aynı zamanda son romanı olan 'Gecenin Ötesi'ni tasarlıyordu. Ancak bu kitap yarım kaldı. Reşat Nuri Güntekin, yakalandığı hastalıktan kurtulamadı ve kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956 günü aramızdan ayrıldı...
Reşat Nuri Güntekin'in Büyükada'daki evi
Reşat Nuri Güntekin Köşkü, Büyükada Maden Mahallesi, Yılmaz Türk Caddesi ile sahil arasında inşa edildi. Yapıldığı dönemde evin yanında şarap imalathanesi vardı. Şarap imalatçısı 1925 yılında bu köşkü Kuva-yi Milliyecilerden Topkapı’lı Mehmet Bey’e sattı. 1937 yılında ise Reşat Nuri Güntekin satın aldı. Ünlü yazar bu köşkte birçok önemli eserini çalıştı. 1956 yılında vefat ettiğinde eşi Hadiye Hanım ve kızı Ela’ya kalan köşk, birçok ünlüyü ağırladı. Reşat Nuri’nin teyzesinin oğlu Ruşen Eşref Ünaydın ve Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, bu köşkün uzun yıllar misafirleri oldu. Bu pembe panjurlu köşkün ikinci katında yazarın kızı Ela Hanım ve ailesi oturuyordu. Diğer katlarda ise bir süre oyuncu Ayla Algan ve ressam Komet ikamet etti.
Bir söyleşisinde evin duvarlarında yankılanan daktilo sesini 'büyüleyici bir ses' olarak niteleyen kızı Ela Güntekin’in sözleri şöyleydi: “Akşam 21.30 gibi odasına çekilir; okuyor mu, çalışıyor mu, yazıyor mu bilmem ama sabaha kadar daktilo sesleri duyardım.” Ela Hanım da 2010 yılında hayata gözlerini yumdu.